Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

ÎMAN VE SÂLİH AMEL BİRBİRİNİN MÜTEMMİM CÜZÜDÜR, BİRİ OLMAZSA DİĞERİ OLAMAZ

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 4 Mart 2017 Cumartesi 11:30:43
 

– 39-
Dün soruyu sormuş ve hafifçe başlamıştık: Kul olmak nedir, kulluk yapmak nedir, ikisinin farkı nedir?
“DûniHİ çağırdıklarınız da, muhakkak sizin emsaliniz kullardır.” (A’râf-194)
Merhametiyle öğretiyor: DûniHİ algıyla Allah’ın dışı var zannedip bir şeylere “Müstakilen VAR ve Muhtar” etiket yapıştırsanız bile onlar müstakilen var ve muhtar değildir, hepsi sizin gibi kuldur.
“Semâvat’ta ve Arz’da kim varsa, Rahmân’a ancak kul olarak gelir.” (Meryem-93)
Daha önce okuduğumuz âyetler bizi Allah’a kulluk yapmaya davet eden, kulluk yapmayı öğütleyen âyetlerdi. Bu âyetlerde önerilen şey kulluk yapmak değil, bize kul olduğumuz öğretiliyor, kul olmak tanımlanıyor. Onlar sizin emsaliniz kullardır. Semâvatta ve arzda kim varsa Rahmân’a ancak kul olarak gelir.
Kulluk görevini anlayabilmek, idrakımızı ilerletebilmek için bunu ayırt etmeliyiz: Kul olmak ve kulluk yapmak ne demektir, farkı nedir, ilişkisi nedir?
Allah’ın razı olduğu hayat tarzını yaşamaya
 “Allah’a kulluk yapmak” denir
Allah’a kul olmanın tarifi bir cümledir: Yaratılmış olmak. Kul yaratılmıştır, Allah yaratandır. Allah’ın yarattığı her şey Allah’ın kuludur. Allah’ı yaratan bilmek, Âmentü Billâhi kapsamında olmak kaydıyla Allah’ın yarattığını bilmek nefs açısından çok değerli bir mertebedir, kişinin bu çerçevede Allah’ın kulu olduğunu bilmesi çok önemlidir: Yaratanı Allah bilmek ama bu yaratmayı Âmentü Billâhi kapsamında bilmek şart. DûniHİ düşünmemek, Allah’ın dışı var, yarattıklarını dışına yerleştiriyor zannetmemek gerekiyor. Yarattıklarını Allah’ın dışına yerleştirmezseniz, “Dışı var” zannından sıyrılırsanız, o zaman Âmentü Billâhi kapsamında düşünmüş olursunuz.
Kişinin Âmentü Billâhi kapsamında Allah’ı yaratan bilmesi ve bu çerçevede Allah’ın kulu olduğuna îman etmesi, o îmana uygun davranması nefs açısından çok önemli bir mertebedir, neden? Çünkü ancak bu durumda kişi nefsine zulmetmiyor olur. Bu inanış dışında nefsine zulmedenler sınıfına düşer. Anladık ki Allah’ın yarattığı her şey Allah’ın kuludur, kul olmak budur. Ama bir de kulluk yapmak var, kulluk yapmak nedir? Bunu iyi tanımlamak lazım, çünkü Allah “Ancak bana kulluk yapın” diyor. Kulluk yapmayı açık, net ortaya koymalıyız ki, kişi Allah’a nasıl kulluk yapacağı hususunda tereddütte olmasın, yanlış bir şey yapıyorsa temizleyebilsin, onları silebilsin.
Allah’a kulluk yapmayı önce tevhid diliyle söyleyelim: Her kul zaten ancak kulluk yapar. Bunun başka bir tarifi yoktur, esası budur, kaçınılmaz olan budur. Her kul, yani Allah’ın her yarattığı ancak Allah’a kulluk yapar. İnsanın hayat tarzı, inanışı, bakışı nasıl olursa olsun, hali Allah’a kulluktan başka bir şey değildir, bilincinde olsun olmasın böyledir. Öyleyse âyetler bizi niye kulluğa davet ediyor? İşte o kesret dilidir, tevhid dili değil. Tevhid diliyle yaptığımız tanımla yaşamaya kalkarsanız bir amel çıkaramazsınız, “zaten her halimiz Allah’a kulluk” der sıyrılırsınız. Tevhid dilinden bir amel çıkmaz. Amel çıkarabilmemiz için âyet ve hadislerde kesret diliyle anlatım vardır, biz o iki dili birden anlayabilmeliyiz. Yalnızca birisini önemseyen tek kanatlı kuşa benzer. Kuş tek kanadıyla olduğu yerde döner durur. Uçan kuşa göre çok yorulur, etrafı tozutur, sesi, tozu fazladır, yukarı çıkamadığı için ortalığı toz duman götürür, terler, yorulur ama mesafe alamaz. İki kanat lazım, kuş iki kanatla uçar. Onun gibi, tevhid/ulûhiyet dili ve kesret dilinin ikisini birden anlayıp iki kanadı birden çırparak onları tek varlık, tek mânâ yapabilmek gerekir ki başarı sağlayabilelim. Tevhid dili ile yapılan tanımlardan amel çıkarmak için kesret diliyle olan âyet ve hadislere bakmak gerekiyor. O âyet ve hadisler “Ancak Allah’a kulluk edin” diyor. Biz de; “İyyâKE na’budu; yalnızca sana kulluk ederiz” diyoruz. Mademki her yaratılan Allah’a kulluk ediyor, mademki başka bir alternatif yok, öyleyse “Allah’a kulluk edin” daveti niye?
Öyle bir düşünce ve öyle bir hayat tarzı var ki Allah ondan hoşnut. “Allah’a kulluk edin” daveti işte o hayat tarzı içindir. Elbette hepsinin emrini/hükmünü veren Allah’tır, hepsini dileyen Allah’tır, Allah dilemeden kul olamaz ve kimse bir şey yapamaz ama o emirlerin içerisinde hoşnut oldukları, razı oldukları var.
Bir benzetme yapacağım, lütfen yalnızca mânâları alalım, benzetmenin kendisini almak şirk oluşturur. Yavrusunu terbiye etmeye çalışan anne baba bazen yavrusuna hafif dokunuyor olabilir ama bundan razı değildir, hiç bir anne baba haz alarak bunu yapmaz. Ama yapan anne babadır, kararı veren onlardır. Çocuğuma şöyle bir yasak, şöyle bir ceza uygulamalıyım ki daha iyi düşünsün diye kararlar alırken bundan zevk almazlar, hoşnut değillerdir. Zevkle, hazla yaparlarsa zaten şüpheleniriz. Buradan çıkardığımız mânâ ile bakacak olursak, her kulun yaptığı kulluğun hükmünü veren Allah’tır. Ancak o kulluklar içerisinden razı olduğu haller vardır; Allah’ın razı olduğu hayat tarzını yaşamaya “Allah’a kulluk yapmak” denir. Aksi halde herkes zaten kaçınılmaz olarak Allah’a kulluk yapıyor, çünkü hepsi Allah’ın kulu. Ama Allah razı olduğu kulluk var ve karşılığında cenneti vaad edilmiştir.
Kul olmak bizim için bir mecburiyettir,
başka alternatif yok
Meryem Sûresi 93. âyetteki “Semâvatta ve arzda kim varsa, Rahmân’a ancak kul olarak gelir” ifadesini şu yanıyla anlamaya çalışalım. Mânâları basamak basamak, biz şimdi lâzım olan mânâlarla bir kompozisyon yapmaya çalışalım. Kulların yaratılması Allah’ın Rahmâniyetiyledir, merhametiyledir. Ve sonra kullar için verilen mühlet bitince Rablerine kavuşurken onları karşılayan yine Allah’ın Rahmâniyetidir. İnsanlar için müthiş bir hediye, müthiş bir lütuf. Bunu anlayabilmek için yine bir örnek verelim ama hep söylediğim gibi mânâyı anladıktan sonra örneği silelim, aksi halde şirk oluşturabilir. Elinden hiç silâhını bırakmayan bir komutanın var ve o bir gün seni evine davet etti. Onu hep elinde silâhıyla, komutanlık göreviyle görmüşsün, evine gideceksin ama çekiniyorsun. Gittin, kapıyı açtı ki sivil kıyafetle ve güler yüzlü. Sevinmez misin? Aynı kişi ama kıyafeti değişti. Onu sivil kıyafetle, elinde silâhı yok görünce bir memnuniyet duyarsınız. Akılda bu mânâ kalsın. Allah kullarını merhametiyle yaratmış, onlara yaşayacakları bir mühlet vermiş, sonra onları karşılarken hangi tip insan olursa olsun (inanan inanmayan), hangi hayat tarzını yaşarsa yaşasın onları merhamet haliyle karşılar, Rahmân olarak karşılar. Fark ettiniz mi?  Umudumuzu yüksek tutalım diye onu bize çok kuvvetli hissettirir. Der ki; rahmetim gazabımı aşmıştır, taşmıştır. Âyetten öğreniyoruz, merhametiyle yarattığı kullarını karşılayan yine Allah’ın merhametidir, Rahmâniyetidir. Yaşarken Allah’ın kula olan bu merhametini kulun tam anlayamaması, çok az fark etmesi de merhametindendir. Çünkü bu merhameti fark etsek hücrelerimiz bir arada duramaz. Öyle hoşnut olur, öyle gevşer ki parçalanacak gibi olur, hücrelerimizi bir arada tutamayız. Kuluna onun dayanamayacağı bir şefkati ve merhameti var. Hissettiğiniz o sevinci, o mutluluğu düşünün. Dayanamayacağımız bir şefkat ve merhamet. Çünkü kendi yarattı, O’nun kulu…
Yine hayattan bir örnek verelim, mânâyı alıp örneği silelim. Bir arkadaşın var, sevgi duyursun ama onun seni sevip sevmediğini bilmiyorsun. Sevmesini çok istiyorsun, ah o da beni sevse, onunla bir ev, bir yuva kursak diyorsun. Çok duygusal bir anında sana seni çok sevdiğini söyledi. Bir anda sesin gider, bacakların titrer, gözün yaşarır, ne yapacağını şaşırırsın, çünkü vücudun o cümleye dayanamaz. Bunu sonsuzla çarpın, Allah’ın sevgisini hissetmenin, bilmenin, anlamanın bize nasıl tesir edeceğini belki biraz anlamış oluruz. Sevgisini fark etmeyişimizi oluşturması bile bize olan büyük merhametinden.
Ehlullah’ın bir tanımından da örnek vereyim. Allah bir emir buyurduğunda onu normal bir kulun dinleyebilmesi mümkün değilmiş, dayanamaz imiş. Onu ancak Rasûlullah (SAV) Efendimiz dinleyebilirmiş, maneviyatta. Düşünün, onu yaşayabilmemiz için merhametiyle çeşitli basamaklardan geçiriyor. O basamaklardan sonra anlayabileceğimiz ve vücudumuzun kaldırabileceği bir enerji seviyesine gelince onu biliyoruz.
Rasûlullah’a vahyin geldiği zamanları okumuşsunuzdur. Efendimiz (SAV)’in söylediklerini yazarken Vahiy Kâtiplerinin kollarının çok ağrıdığını, eğer vahiy Efendimiz (SAV) devedeyken gelirse devenin dayanamayıp çöktüğünü, Efendimiz’e vahiy gelmeden önce vücudundan onu anladıklarını, gören sahabeler anlatır. Şu an da Efendimiz (SAV) bir emri ilettiğinde maneviyattaki normal zatların dinleyemediği, ancak onu Gavs-ı Âzam’ın dinleyebileceği söylenir, Ehlullah öyle anlatır.  
Konumuza dönelim. “Semâvatta ve arzda ne varsa Rahmân’a kul olarak gelir.” Rahmân ismi bize Tâ-Hâ 5. âyeti de hatırlatır: “Rahmân arşa istiva etti.” Bu âyet üstünde durulması gereken ayrı bir mecradır. “Arşa istiva etmek”ten çıkaracağımız anlam, arştan Rahmâniyetiyle bizi yönettiğidir. Allah’ın Rahmân yanıyla, merhametiyle yönettiği ve bizi kapsayan arş, yönetildiğimiz soyut sınırdır, orayı Allah’ın Rahmâniyeti kaplamıştır, Allah Rahmâniyetiyle orayı kaplamıştır. Arşı “Rabb’ın” istiva ettiğini veya “Allah’ın” istiva ettiğini beyan eden ayetler de var. Ama Tâ-Hâ suresinden öğreniyoruz ki Rahmanın arşı istivası ile anlatılan, orada Allah’ın Rahmâniyetiyle muamele ediyor oluşudur.
Demek ki: Kul olmak bizim için bir mecburiyettir, başka alternatif yok. Tüm yaratılanlar kuldur. Ama Allah’a kulluk etmek tercihle ilgilidir. Kesret diliyle böyledir ama tevhid diliyle, bütün kullar zaten Allah’a kulluk eder. Kulluk etmenin tercihle ilgili olduğunu kesret diliyle söylüyoruz. İkisi birbirine zıt cümleler değildir. Başarabilmek için ikisini birden anlamak, ikisini tek yapmak gerekir. Kul olmak mecburiyettir, çünkü seni Allah yarattı, sen Allah’ın kulusun. Allah’a kulluk yapmak ise insanın tercihi ile ilgilidir. Kesret diliyle, bu yüzden âyetlerde “Allah’a kulluk yapın” denir. Bir tercihi olduğu için ona yön gösterilir, şuradan git, dileyen Rabbine yönelir denir. İnsanın bir tercihi bulunduğu için Allah’a kulluk yapmakla ilgili âyetler kesret dilindedir. Tevhid dili idrak ve iman içindir, amel için değil, bu yüzden o dilde öyle bir şey yok.
Allah’a kul olmak mecburi, Allah’a kulluk etmek
tercihle ilgilidir. Ama ikisi tek mânâdır
Allah’ın kulu olduğunun bilincinde olmak Âmentü Billâhi îmanı kapsamında olup yönelişin temelini oluşturur. Bu yüzden kul olmak Allah’a yönelirken düşünebileceğiniz bir hâldir. Bir insana döndüğünüz zaman, insanlarla ilişkileriniz kulluk görevi içine girer. Allah’a yöneldiğinde kulsun, Allah’ın kulusun ve “Allahım beni yaratan sensin, Rabbim sensin” diye Âmentü Billâhi îmanı kapsamında yöneliyorsun. Bu imanla yönelmek şarttır. Bu durumda Âmentü Billâhi kapsamında îman nedir? Allah’ın dışı var sanmamaktır, dışı var zannıyla, dûniHİ algıyla müstakilen var ve muhtar şeyler üretmemektir, Allah’ın dışı var ve sen oradasın sanmamaktır. Allah’a böyle yönelmek kul olma bilincidir ki yönelişin temelini oluşturur. Çünkü yönelişinde, dûniHİ olmaksızın sesleniyorsun, Âmentü Billâhi kapsamında “Allahım beni sen yarattın” diyorsun. Kul olmak yani kulluk bilinci yöneliştir. Allah’a kulluk yapmak ise salih amel olup ilişkilerin temelini oluşturur. Allah’a kul olmak mecburiyettir, Allah’a kulluk yapmak tercihle ilgilidir. Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak aslında ayrı şeyler değildir, dünyada cümlesini kuramayacağınız tek bir mânâdır. O tek cümle ancak cennet dilinde kurulabilir. Bu mânâ dünyadaki hiçbir dilde bir cümleyle ifade edilemez, kesret diliyle tek cümlede söylenemez. Onu tek mânâ yapabiliriz ama tek cümleye çeviremeyiz. Çünkü burası cennet değil, burada duniHi algı (Allah’a küfür) yani esfele safiliyn idrak söz konusu, o dil burada olmaz, o mânâyı kesret diliyle tek cümlede tarif edemeyiz. Ama zihnimizde mânâ yapabiliriz, çünkü zihnimizin hâli ayrıdır. Zihnimizde (Kendinde Kendine Göre Var) olan bu dünyadan değildir. Ama Birbirimize Göre Var olan bu dünyadandır.
İlk patlamadan itibaren, yani Allah’ın Fâtır ismiyle yararak patlatarak yaratmasından itibaren yaklaşık 14 milyar yıl geçti deniyor. Demek ki, o patlamaya göre bugün bir hücrenin yaşı 14 milyar yıl. Üstünden 14 milyar yıl geçmiş, 14 milyar yıllık bir aşamadan sonra bu halde. Ama Kendinde Kendine Göre Var olan bu süreçle gelmedi. Senin “BEN” zannettiğin, aynada gördüğün Birbirine Göre Var olan hâlinin yaşı 14 milyar yıl. Bizim “BEN” dediğimiz esas bu süreçle gelmiş değil, o doğrudan gelmiştir, 14 milyar yıllık süreci yaşamamıştır. İşte fark budur. Ve o senin Nefs’indir. Bu yüzden; Nefs’ini bilirsen Rab’bini bilirsin. Çünkü Nefs’in sana doğrudan Rab’bindendir. Rab’binden olan mânâyı cennet dilinde oluşturabilirsin, fakat onu Birbirine Göre Var olanın diline çeviremezsin. Bu Esfele Sâfiliyn çünkü. Bu yüzden, kul olmak ve kulluk yapmak ayrı şeylermiş gibi söylenir. Ama ikisi tek bir mânâdır, tek bir şeydir. “Önce kul olayım sonra kulluk yapayım” değildir, ikisi beraberdir, ayrı olamaz. Fakat onu tek yapacak cümle dünyada konuşulan hiçbir dilde yoktur. Bu yüzden, ayet ve hadislerde Mânâ Ayrıştırma ve Mânâları Çakıştırma Teknikleri vardır, anlayabilmemiz için. Aslında ulûhiyet ve kesret dili, mânâları çakıştırma ve mânâ ayrıştırma yöntemleri hiç zor şeyler değildir, yalnızca önemsemek ve bu gözle bakmak lazım.
Âyet ve hadisleri anlayabilmek için bu tanımları ve yöntemleri fark etmek ve uygulamak şarttır. Âmentü Billâhi dediğimiz “yöneliş” ve Sâlih Amel dediğimiz “ilişkiler” mânâ ayrıştırılarak oluşturulur. Allah’a kul olmak dediğimiz yöneliştir, Allah’a kulluk yapmak dediğimiz sâlih ameldir. Bunları anlatırken mânâ ayrıştırmak zorundayız. Her ikisini tek cümlede ifade edebilecek bir tarz dünyada yoktur. Onu Kendinde Kendine Göre Var olan halimizde tek mânâ yapabiliriz, onun o yeteneği vardır. Onu tek mânâ yaparız ama o mânâyı dünya cümlesine çeviremeyiz. Dünya cümlesine çevirmek gerektiğinde Mânâ Ayrıştırma Tekniği’ni kullanarak anlatmak zorundayız. Bu yüzden îman etmek ve sâlih amel yapmak diye sanki iki ayrı şey varmış gibi söylenir. Bunu fark edemeyen bazıları yalnız îman yeter zannederler, iman ve sâlih amel ayrı birer basamakmış gibi. Hâyır, îman ve sâlih amel tek şeydir, biri olmazsa diğeri olamaz, biri diğerinin mütemmim cüzüdür, ayrılamaz. Kesret dilinde amel çıkarabilmek için, anlatma sadedinde îman ve sâlih amel diye ayırırız ama uygularken, yaşarken îman ayrı salih amel ayrı olmaz. Dolayısıyla, Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak da tek mânâdır.
Sâlih uygun demektir, sâlih amel uygun davranıştır. Bir çocuk annesine yanlış davransa, o hali hoşumuza gitmese, “Hiç annene uygun davranmıyorsun, annene uygun davran” deriz. Veya öğrenciyse “Öğretmeninle öyle konuşulmaz” deriz. Onun annesinin anne olmasına, babasının baba olmasına, öğretmeninin öğretmenliğine uygun davranması sâlih ameldir. Uygun derken ölçü aldığımız somut bir kriter var, annelik, babalık, öğretmenlik. Onlar çerçevesinde uygun davranışa sâlih amel diyoruz. Sâlih amel ifadesi tek başına yaşantının her alanında kullanabileceğimiz bir tabirdir. “Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel” dediğimiz zaman iş değişir. Bu yüzden İslâm’da yalnızca sâlih amel veya amelsiz inanış baz alınarak cennet olmaz, öyle bir şey yok. Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel tek şeydir. Kriter Âmentü Billâhi’dir, ona uygun davranış da sâlih ameldir. Âmentü Billâhi kriteri; “Allah’ın dışı kavramı yoktur, Allah’ın dışı var zannedip orada müstakil varlıklar üretmek bâtıldır” idrakıyla îman etmektir. Bu idraka uygun davranmak (önerilenleri yaparak ve sakındırılanlardan uzak durarak yaşamak) da sâlih ameldir.
DuniHi algıdan kurtulmak esastır. Kişiden dûniHİ algının kalkması, hatta kalkar gibi olması bile çok enteresan, müthiş bir güzelliktir, emniyettir. Onu yine dünyadan bir şeye benzeterek anlatmaya çalışayım ama lütfen mânâyı alıp örneği silin. Bir çocuk annesinden hiç ayrı duramıyor, öyle alışmış, biraz da korkuları var. Gezerlerken bir vesileyle annesinin elini bıraktı, o bir tarafta kaldı, annesi bir tarafta. Baktı ki anne yok, yanlış bir yerde, yabancı bir yerde, birden feryadı basar. Sonra annesi onu sesinden tanır bulur, alır. Baktı ki annesinin kucağında, az önce feryadı basan çocuk gülmeye, şımarmaya başlar, bir anda değişir. Hiç farkında değil insan, dûniHİ algı böyle bir şey, anneden uzak kalan çocuk gibi, öyle bir feryat var orada. Ama insanlar feryadı normal yaşantı haline getirmiş, farkında değiller. İnsan Billâhi algıya girdiği zaman annesinin kucağına düşmüş gibi emniyette olur, öyle bir huzuru ancak o zaman yaşar. Âyet diyor ki, kalbler ancak Allah zikrullahıyla mutmain olur, tatmin olur. Bu âyetteki mutmainlik yani tatmin Âmentü Billâhi idrakıdır, sadece Allah demek değil. Kişi dûniHİ idrakla Allah diyor, hiç bir mutluluk hissetmiyor ve soruyor; Allah diyorum ama hiç söylenenler olmuyor? Annenin kucağında değilsin ki, dışarıda bağırıp duruyorsun. Olmaz. Mutmain olmak için kucağa gelmen lâzım. “Billâhi Anlam” böyle bir şeydir, kişi onu orada fark eder.
İşte (Allah’ın dışı yoktur idrakına) Billahi anlama uygun davranmak sâlih ameldir. Yani Âmentü Billâhi demek yetmez, onu doğru tarif edeceksin ki kişi o îmandan sonra ona uygun amel yapsın.
Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel’in ayrı şey olmadığını öğrendik. Bu önemli. Çünkü ikisi bir olunca işe yarıyor. Âyetler onları “âmenû ve amilus sâlihâti” diye anlayabilmemiz için ayırmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’i ders yaptığımız zaman görürüz ki, Allah, Âmentü Billâhi îmanını ve ona uygun davranmayı bir yaparak yaşayanlara vaatte bulunmuştur: “Allah, îman edip sâlih amel işleyenlere (şöyle) va’detmiştir: Onlar için mağfiret ve ecr-i azıym vardır.” (Mâide-9)
Ana kucağını düşünün. Onlar için büyük bir sıcaklık, büyük bir merhamet, büyük bir güven, büyük bir ikramiye var… Elhamdülillah…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti