Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“İMANÎ BİLGİ”Yİ KULLANARAK “AKIL+İMAN”IN İMKÂNLARI İLE DÜŞÜNMEK

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 9 Aralık 2017 Cumartesi 13:16:31
 

– 48 –
Bilimle uğraşan ve ortaya faydalı bir iş çıkarmak, yararlı bir fikir üretmek için çabalayan bir insan düşünün, ama çok gayret eden bu kişi geçmişte yaşayan birisi. Öyle ki, onun yaşadığı dönemde mesela yerçekimi henüz bilinmiyor. Yerçekiminin insanlar tarafından henüz bilinmediği dönemde yaşayan bir âlim, o bir fikir üretecek, gayret ediyor. Üreteceği fikir topluma faydalı olacak, bundan da emin. Böyle düşündüğü için de çok uğraşıyor. Onun da, bugünkü bilim adamlarının da bir fikir üretebilmek için kullandığı malzeme şu iki şeydir: Akıl ve bir de aklıyla fikir oluşturmakta kullandığı zemin. Yani aklıyla yaşadığı ortamın o günkü bilimsel imkânlarından, verilerinden yararlanmak. Bu bilim adamı da onlardan yararlanıyor, o günkü veriler, bilgiler ışığında bir fikir üretmeye çalışırken aklını kullanıyor. Şöyle düşünelim: Bu bilim adamı aynı gayretiyle günümüzde yaşıyor olsaydı Yerçekimi’ni biliyor olacaktı değil mi? Bu yüzden de gayretleri sonucunda çok farklı bir formülle çok ileri bir fikir üretebilecekti. Ama yaşadığı dönemde Yerçekimi bilinmiyor. Biz şimdi zamanda yolculuk yapıp o âlimin yanına/dönemine gidelim, filmlerde olduğu gibi zamanda yolculuk yapmış olalım. Yanına gidelim, onunla temas kuralım ve bize güvenini sağlayalım ve sonra çalışmalarında ona yardımcı olmaya gayret edelim. Ona diyelim ki: “Sen bugünkü imkânları ve aklını sonuna kadar kullanıyorsun. Ama kullandığın güncel tüm veriler ve aklın şu anda “üstün bir bilgi” bulmana yetmeyecek. Çünkü çok yıllar sonra fark edilecek olan bir bilgiden, bir kuraldan senin haberin yok. Yerçekimi diye bir şey var. Sen Yerçekimi’ni bilseydin formüllerinde onu da kullanıp çok farklı bir şey üretecektin, topluma çok farklı bulgular sunacaktın. Kişi bize güvendiği için hemen yerçekimini öngörüyor, onun olabilirliğini aklıyla görüyor, yani ona inanıyor, bilimsel gayretlerine göre yerçekiminin olabilirliğini fark ediyor. Olabilirliğini okuyor/görüyor. Neden “OLABİLİRLİK” diyoruz? Çünkü ortada henüz öyle bir bilgi yok, o bilgi o koşullarda henüz fark edilmiş ve kanıtlanmış değil. Bu yüzden, o zat onun olabilirliğini görüyor ve tefekküründe, işlerinde, formüllerinde yerçekimi bilgisini bizden duyduğu, öğrendiği haliyle kullanıyor. Bize göre yerçekimi sıradan yani bildiğimiz bir şey. Yaşadığımız yıldan getirdik onu ona aktardık. O kişiye göre bu bilgi bildiği bir şey değildi. Bu yüzden, o kişi bu bilgiyi duyunca ne yapması gerekiyor? O bilgiye İMAN etmesi gerekiyor, o koşullarda yerçekimi onun iman etmesi gereken bir şey. Bu, bizim hatırımız için kabul edeceği bir şey demek de değil. Öngörüsüyle fark ve kabul etmesi, iman etmesi gereken bir şey! O da öyle yapıyor, iman ediyor. Çünkü topluma faydası olacak çok ileri bir fikir ortaya koymak istiyor. Bu durumda, o âlim kişi henüz bilmediği, ulaşamadığı bir bilimsel bulguya iman etmeli yani onu kabul etmeli ki çok ileri bir fikir üretebilsin. O kişi normal çalışmalarında yaşadığı anın bilimsel imkân ve bulgularını, bir de aklını kullanıyordu. Ama şimdi o yeni bir akla, yeni bir bilgiye kavuştu. İşte bu akıl, yani çok ileri dönemlere ait iman ederek kabul ettiği bu bilgi onu çok ileri, çok yüksek bir noktaya taşıdı. O öngörü, o iman onu çok ileri ve çok yüksek fikir üreten bir kişi haline getirdi değil mi? Çünkü bir bilgiyi öngörerek kabul etmekle onu çok önceden kullanmaya başladı. AKIL+İMAN budur işte! Onun kullandığı da “akıl+iman”dır. Böyle olunca onun için “alan” müthiş genişledi, “zaman” müthiş uzadı, o kişinin bilimsel alanı ve zamanı müthiş oldu, iman ettiği şey yüzünden çağını aştı, geçti, gitti… Bu kişinin “akıl+iman” imkânıyla ulaştığı bu hal, yalnızca aklını zekâ düzeyinde kullanan, imanî bilgiden haberi olmayan birinin haliyle kıyaslandığında, onun ulaştığı şey, sadece zekâsı ile yaşayanın çok, çok ilerisinde bir sonuçtur, değil mi? Diğeri yalnızca bilimsel bir gayret içerisinde ve hayatının patronu sadece zekâ düzeyindeki akıl. Yaptığı doğru ama yeterli değil. O günkü bulgularla sınırlı yaşıyor, onlarla sınırlı olarak düşünüyor, okuyor, görüyor. Bu yüzden, “imanî bilgi”yi kullanarak “akıl+iman”ın imkânları ile düşünen ve yaşayan “B” yapısındaki kişi, diğerinden o kadar ileridir ve o kadar farklıdır ki… Çünkü o, çok ileri zamanlara ait bir bilimsel bulguyu, bir gerçeği aklına ve yaşantısına monte etti. O artık o bilgi ile düşünüyor ve ona uygun yaşıyor.
CEBRAİL BİZE “İLERİYE AİT BİR BİLGİ” GETİRİYOR
Bu örnekle “iman nedir?”i anlatırken aslında çok farklı iki karakter de oluştu. Birisi sadece zekâ seviyesindeki aklını kullanan zeki kişi. Diğeri öngörüsüyle yaşayan akıllı kişi. Mesela, hümanist bir kişi aklının imkânları ile ilerleyen zeki adamı temsil ediyorsa, “B” yoluna talib olan da akıl+imanı kullanan akıllı kişi gibidir. Dolayısıyla, akıl ve akıl+iman iki karakterdir, her ikisi de Evrensel Genel Doğrular’ı kullanır, ama kullandıkları Evrensel Genel Doğru çerçeveleri değişiktir, biri diğerinden çok farklı ve çok ileridir. İşte Efendimiz (SAV) böyledir… Efendimiz bize o günkü dünyanın geldiği bilimsel bulgular yanı sıra farklı bir bilgi daha veriyor. Nedir o bilgi? Vahy! O bilgiye VAHY diyoruz. Bizim zaman boyutunda yaptığımız yolculuk gibi yolculuk yapan birinden -ki ona CEBRAİL diyoruz- bir bilgi aktarıyor. O bir bilgi getiriyor. Dikkat edin, Cebrail aleyhisselamın getirdiği bu bilgi öteden beriden değil. Hatır gönül için kabul edilecek bir bilgi hiç değil. Duygusal bir korkuyla veya duygusal bir sevgiyle kabul edilecek bir bilgi de değil. Cebrail’in mekanizması nedir, vahiy nedir, onlar çok ayrı konular, şimdi onlara girmiyoruz. Biz şimdi, Billahi idrakla yaşayan “B” yapının İMAN ettiğinin ne olduğunu bir bilimkurgu filmi gibi tasvir ettiğimiz örnekle anlamaya çalışıyoruz. Cebrail aleyhisselam bize “İLERİYE AİT BİR BİLGİ” getiriyor: Kabir şöyledir, cehennem şu şekildedir, cennet budur, sistem şöyledir diye, bize gereken bilgileri getiriyor. Ve diyor ki: Siz oluşturacağınız fikirlere bu bilgileri monte ederseniz, buna göre bir hayat formülü oluşturursanız sonuç çok farklı olur, sizin için çok güzel olur.
Demek ki, biz iman ederken birinin hatırı için veya böyle olması lazım diye bir korkuyla veya hissettiğimiz duygusal bir sevgiyle bir şeyi kabul etmiyoruz. Öngördüğümüz bir bilimsel bulgu, olabilirliğini gördüğümüz bir gerçek, bir hakikat olduğu için iman ediyoruz.    
“LA İLAHE İLLALLAH” TESBİHATI İÇİN BİR ÖNERİ
Bizim bu paylaşımlarımızda temelde ANA İKİ KONU var: Birisi Kelime-i Tevhid’e yüklenen mana, diğeri Kader Anlayışı. Aslında bu ikisi birbiriyle çok ilişkilidir. Özellikle kader konusunda itiraf edilemeyen ikilemler varsa -ki var- mutlaka onlardan kurtulmak şarttır. İlerleyen paylaşımlarımızda konuyu detaylı ele alınca o ikilemleri inşaAllah fark edeceğiz. O ikilemleri yok edecek bir bakış açısı var mı? O bakış açısı nedir, ona ne isim veriyoruz? Fırka-i Naciye’nin, yani Efendimiz (SAV)’in kader anlayışı nasıldı? Sapmalar nasıl oluyor? Günümüzde bu sapmalar var mı? Bütün bunları paylaşımlarda inşaAllah detaylı olarak ayet ve hadislerle ele alacağız.
Önceliğimiz olan ilk ana başlık neydi? Tanrıdan, tanrılık iddiasından kurtulmak! Bunu çok tekrar ediyorum. Neden? Çünkü “kafasını o tanrıya takan adam” olmak çok önemli. Ben de kafamın ve sizlerin kafasının ona takılmasını istiyorum: Bu yüzden her fırsatta La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah… Bütün mesele bu cümlede, bütün iş Kelime-i Tevhid’de! Cennetin kapısında bunun yazılı olduğunu söylüyor Efendimiz: La ilahe illallah! Cennetin bedelinin “La ilahe illallah” olduğunu buyuruyor Efendimiz. Peki, “LA İLAHE İLLALLAH” denince ne anlamalıyız? Verdiğimiz manalarla onu süze, süze şu noktaya getirdik: La ilahe; ey kendisini ilah edinen, ey tanrılığını ilan eden, ey kendisini müstakilen var ve muhtar zanneden, sen yoksun, illa Allah! “La ilahe illallah” için düşüneceğimiz, anlayacağımız ve vereceğimiz mana böyle özel bir noktaya geldi. Demek ki “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhid’i ilahlığını ilan edene sesleniyor: Sen yoksun! İlla Allah.
Tanrıyı fark edip ondan kurtulma yolundaki bilgiye biz “tanrı ilmi” diyoruz. Tanrı ilmine başlarken zihnimizi önce ötede beride uzakta bir tanrı inancından kurtardık, önce onu temizledik. Sonra kurtulmamız gereken “esas tanrı”yı fark ettik: O bizzat kendimizde bir zann imiş! O zaman anladık ki, bakarak seslendiğimiz çevredeki tanrılardan kurtulmakla yetinirsek yarı yolda kalmış oluyoruz, devam etmek lazım. Onu şimdi önemli ama basit bir bakışla farklı bir şekilde ele alalım inşaAllah.
Fark ettik ki; esas hitap edilen ve “La ilahe” denilen tanrı bizzat insanın kendisi, kendi ilahlığı. Bu yüzden “La ilahe” artık bize hep o iddianın yokluğunu hatırlatıyor: Ey, ilahlığını, tanrılığını ilan eden insan! Ey, müstakilliğini ilan ettiği için “ben de bir ilahım” diyen insan! Sen yoksun! Bir kişi tanrılığının farkında olmayabilir, “ben ilahım” diye bir ilanda bulunmuyor da olabilir. Ama yaşayışı, yorum biçimi, olaylara bakışı, algılayışı hep bu ilah penceresindendir. Dolayısıyla ona deniyor ki: Ey, ilahlığını (müstakilen varlığını) ilan edip “ben tanrıyım” diyen, La ilahe; sen yoksun, illa Allah. Aslında bu tefekkürle uygun zamanlarınızda sessizce “La ilahe illallah’’ tesbihatı yapabilirsiniz, sayısı önemli değil. Ama bu tefekkürle, bu tefekkür, bu konsantrasyon önemlidir. Böyle bir zikir ve tesbihattan önce Efendimiz (SAV)’in “La ilahe İllallah” idrakı hakkındaki hadislerini, bu manadaki ayetleri bulup okuyabilirsiniz. O ayet ve hadisleri anlatmaya çalışırken kendinizde şu muhasebeyi yapmanız önemli: Ben kendimdeki kendini ilah ilan eden yapıya “La ilahe” deyip “İlla Allah’’ gerçeğini ortaya koyma antrenmanı yapıyorum. Bu konsantrasyon önemlidir. Beyin antrenmanı olarak bunu sık sık deneyebilirsiniz. Bunu yaparsanız “La ilahe illallah” tesbihatı ile çok olumlu mesafe alınır inşaAllah.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER