Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

KARDEŞ LİBYA -8-

TRABLUS
70’li yılların başında Ankara’da kurulmuş olan “Kardeş Türkiye-Libya Dostluk Derneği” Libya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin durma noktasına gelmesiyle birlikte münfesih hale gelmişti. Oysa resmi makamlar dışında, dostluğun halka intikal etmesi için sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç vardı. Böyle bir derneğin de başkentte kurulması gerekirdi. Fakat, Libya kökenli Türk vatandaşlarının çoğunluğu İzmir’de yaşıyordu. Bu nedenle Ankara’daki Libya Kültür Merkezi Müdürü Emin Ben Amer’in çabaları ve Büyükelçi Manguş’un desteğiyle İzmir’de, “Doğrudan Demokrasi Eğitim, Kültür ve Tanıtım Derneği” kurulmuştu. Bu derneğin başkanlığına getiren Naci Üyütgen’di. Emin Ben Amer, bir gün beni Kültür Merkezine davet etmiş, İzmir’den gelen Naci ile tanıştırmış ve bize; “hazır olun, Libya’ya gideceksiniz…” demişti.
Libya’da düzenlenen uluslararası bir konferans için, 16 Eylül 2004 tarihinde Naci ile İstanbul’a buluşmuştuk. Libya Hava Yolları uçağı saat 23.30’da kalkması gerekirken 1,5 saatlik bir gecikmeyle havalanmış, 2,5 saatlik uçuştan sonra Trablus hava alanına inmişti. Alanda bizi kadim dostumuz Muhammed Necip Nasrat karşılamıştı. Bir minibüs, gece yarısından sonra bizi kent merkezinden 14 km. uzaktaki “El Kariye El Siyahiye-Canzur” adlı tatil köyüne götürmüştü.
3-4 saatlik bir uykudan sonra kalkıp yemek salonuna gittiğimizde önümüze, içinde minik bir tereyağı, minik bir gravyer peyniri ve bir de minik reçel konulmuş olduğunu görünce şaşırmıştık!… Görünen o idi ki, düzenlenen toplantılar göstermelikti ve Cemahiriye’yi yönetenler halka, “bakın biz dünyanın her yerinden insanları ayağımıza getiriyoruz!…” mu demek istiyorlardı?…
Tatil köyü, gerçekten tatil için iyi bir yerdi. Trablus’ta yaşayan yabancılar, aileleriyle birlikte buradaki plaja gelip, denize giriyorlardı. Dolayısıyla, bizimle birlikte birçok ülkeden davet edilen Libya dostlarına da burada tatil yaptırıyorlardı. Zira günlerden Cuma idi ve tatildi. Cumartesi Pazar günleri de tatil yapacak, pazartesi günü konferansa katılacaktık.
Öğle ve akşam yemekleri tabldot usulü ile veriliyordu. Ancak, soğuk ve sıcak meşrubat daima mevcuttu ve istenildiği an, ikram ediliyordu. Akdeniz sahilinde yiyip içip yatıyorduk. Tabii denize girenler vardı ama, ben onları seyretmekle yetiniyordum. Yüksek tahsilini Ankara’da yapan Dr.Tarık Cedidi ile Necip Nasrat bizi ziyarete gelmişler, bir süre hasret gidermiştik.
Bir ara Naci ile, bir taksiye atlayıp, Trablus merkezine gitmiş ve yürüyerek gezmiştik. Görmüştüm ki, Trablus belediyesi hâlâ daha belediyeciliğin ne olduğunu öğrenememişti. Zira şehir pislikten geçilmiyordu. Devasa binalar inşaa etmeyi, yeni yeni oteller açmayı marifet sanıyor olmalıydılar?… Şehrin akşam manzarası ise daha farklı görünüyordu. Eylül ayının ilk günü düzenlenen devrimin yıldönümü kutlamalarından beri şehir, ışıklandırılmıştı ve uzaktan bakıldığında, gerçekten görkemli bir görünümü vardı. Limanda demirlemiş olan gemiler de ışıl ışıldı… Sahilde yürümüş, araba içerisinde şehri turlamıştık. Sahil kesiminde denizi doldurup, yeni bir gezi alanı ve park oluşturmuşlardı. Parkta fahişeler ve onlarla pazarlık eden gençler vardı. Söylediklerine göre fahişeler Gana, Nijerya gibi Afrika ülkelerinden geliyorlar ve 10 dinar ücret alıyorlardı.
Trablus’ta 4 tane Türk lokantası vardı ve halk bunların yemeklerini beğeniyordu. Tabelasında “Turkish Restaurant” yazılı olana girerek lahmacun ve ayranı denemiştik. Lokantada Türkiye ve Libya bayrakları vardı. Garsonlar Sivaslı ve Hataylı idi.
El Rapti
Bindiğimiz taksi şoförünün adı El Rapti’ydi. Konuşkan, ilginç bir adamdı. Bizi 100 dinara Tunus’a götürebileceğini söylemişti. Ama Naci’nin genç arkadaşı, 50 dinara Tunus’a giden taksilerin de bulunduğunu söyleyince, Rapti’nin fırıldak bir adam olduğunu anlamıştım. Ancak bize anlattığı birçok konu arasında birisi vardı ki, ilginçti… 1967 yılında Libya’da büyük bir Yahudi katliamı yaşanmış, canını kurtarabilenler Libya’yı terkedip kaçmışlardı. Kaddafi, 1 Eylülde Yeşil meydanda yaptığı konuşmada; “ülkeden kaçan Yahudiler, Libya’ya gelip bıraktıkları mallarını mülklerini geri alabilirler. Ancak buraya gelecek Yahudi, hiçbir Filistinli Arabın malını gaspetmemiş olmalıdır…” demişti.
KONFERANS
20 Eylülde, iki gün sürecek olan konferans başlamıştı. Tatil köyündeki salondaki konferansın konusu, Kaddafi, devrim, üçüncü evrensel teoriydi!… Salonun geniş sahnesinde Juppara bölgesi halk bürosu sekreteri Embiya Wadi, Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Dr.Mustafa Zaidi, Afrika’daki komiteler temsilcisi Tanzanya Yeşiller Hareketi Başkanı Amani Nzugile, Arap Ülkeleri komitesi adına Ürdünlü Mahmut Nuwehey, Asya Ülkeleri komiteleri adına Bengaldeşli Nawaz Garib, Avrupa ülkeleri komiteleri adına Belçikalı Lucke Michael, Amerika komiteleri adına Venezüellalı Dr.Joselluis Liczategui Pusol, Libya’da ikamet eden komiteler adına Ruandalı Aiya Kemye, Cemahiriye adına genel koordinatör Mohamed Majdup oturuyorlardı. Libya dünyanın hemen her ülkesindeki Libya dostları ile temas kurmuş ve bu ülkelerde komiteler oluşturmuştu. Bu toplantıya katılanlar da bu komitelerin üyeleriydi. Bunlar dünyaya cemahiriye fikrinin yayılması için çaba harcayacaklardı. İyi de bu adamlar, Yeşil Kitapta belirtilen düşüncelere kendileri katılıyorlar mı idi?… Ben şahsen Türkiye’de Kaddafi’nin fikirlerine katılan bir tek kişiye dahi rastlamamıştım. Belki yer yer olumlu görülen yerler olabilirdi ama, tümüyle öne sürülen teoriyi onaylayabilmek mümkün değildi.
Toplantıyı Kaddafi’nin akrabası ve ülkenin ikinci adamı olarak görülen Mohamed Mejdup yönetiyordu ve onun yanında Dışişleri sekreteri (bakanı) Mustafa El Zeidi oturuyordu. Açılış konuşmalarından sonra, toplantıya iştirak edenler söz alıp konuşmuşlardı. Tüm konuşmalar Arapça, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Portekizce ve Rusça’ya tercüme ediliyordu. Rusya’dan gelen yoktu, ama Ukrayna’dan gelen bir kişi için Rusça çeviri yapılmıştı. Oysa Türkiye’den iki kişi gelmişti, ama Türkçe çeviri yapılmamıştı. Naci Üyütgen’in ana dili olduğu için Arapça’yı biliyordu ve doğal olarak konuşmasını Arapça yapmıştı; ama ne hikmettir bilinmez, toplantıyı yöneten başkan onun konuşmasına iki kez müdahalede bulunmuştu. Ben de konuşacaktım ve Necip tercüme edecekti ama, Naci’ye yapılan müdahaleler nedeniyle vazgeçmiştim.
İki gün süren konuşmalarla ilgili olarak günlüğüme bir hayli not yazmıştım. Ama bütün bunları artık yazıp yayımlamanın bir anlamı olmayacaktır.
İkinci günün sonunda Trablus’a 20 km. ötedeki Zaviye kentine giderek halk dansları ve müzik eşliğinde akşam yemeği yemiştik.
AYRILMADAN ÖNCE DÜŞÜNCELER
Bu kez Libya seyahatinden hiç, ama hiç zevk almamıştım. Üstelik, mahiyetini bilmeden her çağrıya balıklama atlamakta oluşuma da kızmıştım. Böylesi toplantıya katılanların çoğu Libya’dan maddi çıkar sağlamayı amaç edinen kişilerdi. Ülkelerinde yapacakları etkinlikler adı altında para koparmaya çalışanları görerek tiksinmiştim!… Birkaç gün daha kalıp bu amaçlarına ulaşmayı hedefleyenler vardı, ama ben artık dönmek istiyordum. O gün deniz çok dalgalı, hava kapalı ve yağmurluydu. Esasen deniz, geldiğim günden beri böyleydi.
Resepsiyona giderek pasaportumu almak istedim, ama vermemişlerdi! “Çıkarken anahtarı getir, pasaportunu al” demeleri çok canımı sıkmıştı! Sert bir şekilde çıkışarak, “sizin bu tutumunuz çok ayıp!” deyince vermişlerdi. Davet edip dost dedikleri insanlara karşı tutumlarını anlayışla karşılayabilmek mümkün değildi.
Yıllarca Ankara’da görev yapan Necip Nasrat, diplomasiden uzaklaşmış, üniversitede hocalık yapıyordu. Dr.Tarık Cedidi de kapağı Türkiye’ye atarak, bir üniversitede hoca olarak görev almayı düşlüyordu. Kendi kendime; “oğlum Nasrattınoğlu sen niye geldin buraya? Yeni bir yer görmeye, yeni şeyler öğrenmeye mi? Sen kimin umurundasın ki?…” demiştim. Belki de bir daha açmamak üzere Libya defterini dürüp, kafamdan, gönlümden, beynimden Libya’yı silmeli miydim? Adamlar beni ve Türkiye’den gelenleri adam yerine koymuyorlardı. Otelde tahsis ettikleri oda bile, öteki yabancıların odalarından daha kötüydü.
Aslında Libya’yı yönetenler de, heyecanlarını yitirmiş insanlardı. Devrimin ilk yıllarındaki kalkınma hamlelerinden de eser kalmamıştı!…
Bir günüm daha boşa gitmişti! Tripoli-İstanbul seferini yapacak olan Libya hava yolları uçağının kalkış saati 19.00’du. Ama toplantı sekretaryasında 20.00 olarak kayıtlıydı. Tarık Cedidi ve Necip Nasrat’ın ısrarlı takipleri ile Tatil Köyünden Afrikalı bir grupla birlikte 18.00’de Trablus (Tripoli) hava alanına ulaşmıştık. Hava alanına giden yolun pisliğini, çevreye verilen zararın vehametini görünce pek şaşırmamıştım. Zira Libya’dan halka ait olduğu söylenen, ama aslında devlete ait olan her şey ve her yer bakımsızdı!…
Şoförün yardımı ile uçağa biniş kartını almış ve kuyruğa girmiştim. Pasaport kontrolünü tek bir polis yapıyordu. Oysa üç stant vardı. Ukalalık diz boyu idi. Sıra dışı gelip, pasaportunu damgalatanlar vardı. Kaddafi’nin ilkeleri, teorileri falan fasafiso idi ve Libya halkının umurunda değildi.
19.00’da kalkması gereken uçak, 20.18’de havalanmıştı. Yolcuların tamamı Arap’tı. Çoğu bavul ticareti için Türkiye’ye gidiyorlardı. Tarih 23 Eylül 2004 ve saat 24.00 olmuştu ve ben şükürler olsun ki İstanbul’a, vatanıma kavuşmuştum.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti