Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Elif Çaylıoğlu

MUHTARİYET ÜZERİNE (2)

Muhtariyet’i ve Muhtariyeti Tercih Gücü’nü ele aldığımız yazılarımızda İhlâs Suresi’nin bize “Allah Ehad’dır” gerçeğini öğrettiğini, yani gerçek VAR ve gerçek MUHTAR olanın Allah olduğunu anlattığını, gerçek VAR ve MUHTAR olmanın şartının Ehadiyet yani dışı ve sınırı olmayan Zata ait teklik olduğunu görmüştük. Allah Ehad olduğu için, gerçek VAR Allah olduğu için başkaca bir VAR ve Muhtar olamaz demiştik.
İnsan dünya yaşantısına Allah’a ait vasıfların kendine ait olduğunu zannederek başlamaktadır. Bu sebeple bu sanış hem bu dünyada hem de (eğer kurtulamamışsa) ahirette insanı zulmet yaşantısına itmektedir. Rabbimizin öğretmesi ve lütfuyla artık zulmetin bu sanış olduğunu, tek kurtulmamız gereken şeyin de bu sanış olduğunu biliyoruz. Enbiya Suresi 29. Ayet bu sebeple her bir inananı fark etmediği bu sanışı sebebiyle uyarmaktadır. Çünkü bu sanış ilahlık hissiyatına yol açmakta, bu hissiyat sebebiyle inanan inanmayan her insanın duygu, düşünce, konuşma ve davranışları kendiliğinde ilahlık iddiası içermekte, yani her insan dünya yaşantısına “ben bir duniHi ilahım” diyerek başlamaktadır.
Enbiya 29: “Onlardan kim, ‘muhakkak ki ben dûniHi bir ilahım’ derse biz onu cehennem ile cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.”
Anlıyoruz ki ilahlık hissiyatlı duygu, düşünce, konuşma ve davranışların ahiretteki karşılığı bu ayet gereği cehennemdir. Bu davranışların bu dünyadaki karşılığı, ifadesi ise zulmettir, zulmette/karanlıkta olmaktır. Öyle olunca Kur’an açısından dünya yaşantısında kimlerin karanlıkta yaşadığı, kimlerin karanlığa özlem duyduğu, kimin karanlık düşüncede olduğu bellidir. Ama dünyadaki duniHi algı sebebiyle bakışlar öylesine ters ki… İslam Dini’ni kabul, anlama ve yaşama gayretlerine “karanlık” diyenleri görüyoruz. Ezanımızla davet edildiğimiz salâtın aslında tamamen karanlıktan yani ilahlık hissiyatından kurtuluş için bir davet olduğunu dünya anlar mı bilmiyoruz ama en azından biz müslümanların bunu yüksek bir muhabbetle görüp sonra da içselleştirmemiz lütfedilir inşaAllah. Anlamayanlar onunla alay edebilirler… Bu dünyadaki yaygın yanlış algının tersliği sebebiyle cennet ve cehennem halinin ne olduğu ekseriyetle görülemiyor; Rabbimizden ayrı düşerek yaşadığımız zulmet hali de görülemiyor. Eğer bir kişi işte bu durumundan rahatsız olur da yaşantısındaki duygu, düşünce, konuşma ve davranışları incelemeye başlarsa, kendini müstakil ve muhtar zannederek yaşamakta olduğu halleri ve bunların hayatı tümüyle nasıl kuşattığını, ibadet dediği hallerde bile bu hissiyatla olduğunu fark etmeye, yakalamaya başlayabilir. Muhtariyet hissinin tüm hayatını kuşattığını görebilir
Mesela bakın: Bizler insan ilişkileri sürecinde çoğu şeyi yönetebilecek gibi davranırız. Örneğin, çocuklarımız için “bu okulu okumalı, bu tahsili yapmalı, bu şekilde yaşamalı” gibi beklentileri nasıl da yaşadığımızı biliriz. Ebeveyn olarak bu beklentilerimizin ilahlık hissiyatımızdan meydana geldiği belki de hiç aklımıza gelmez, bunu hiç fark etmemişizdir. Yani insanın bir başka insandan; eşi, arkadaşı, anne babası, komşusu, çalışanı, her kim ise ondan bir beklentide olduğu bir hayat var, bir yaşantı var. Bu beklenti eğer “Muhtariyet” kaynaklı olarak yaşanıyorsa ki kahır ekseriyetle böyledir, o zaman bu beklentilerimiz bizi zulmete sürükler, beklentide olduğumuz muhataplarımızı da… Yani hem kendimizi hem de onları Allah’tan ayrı düşürürüz…
Zulmet veya zulüm neydi? Bir şeyin hakkını vermemeyi zulüm olarak tanımlıyoruz. Ehad ve Samed olan Allah’ın hakkını vermemek de O’na zulmetmektir ki bu durum bizi zulmete düşürmektedir, yani Allah’tan ayrı düşürmektir. Muhataplarımızı da… Mesela çocuklarımızın yaşadığı zulme bakalım. Okul başarısı olmayan bir çocuk, ebeveyninin ondan beklentisini karşılayamaz ve küçük yaşta başarısızlığı kabul eder, bir ömür bu etiketle yaşamaya razı olur. Bir başka çocuk ebeveyninden “aferin” alabilmek ve ebeveyninin ilahlık hissiyatını tatmin etmek uğruna çalışıp, başarılı görünmek için bir ömür harcayabilir. Her iki bakış açısı da bir çocuğun yaşadığı zulmettir. Çünkü her insanın olduğu gibi çocuğun da Rabbimiz tarafından ona özel olarak verilmiş bir fıtratı vardır. Bu fıtrat üzere büyütülmesi ve yetiştirilmesi gerekir. Derslerinde başarılı olmayan bir çocuğun başarılı olduğu fıtri ve meşru bir yeteneğinin üzerine eğilmek, hayrlısıyla o konuda, o alanda yetiştirmeye gayret edilebilir. Ebeveynin yaşadığı zulüm, ebeveyn olarak çocuklarımız üzerinde müstakil bir gücümüz olduğunu düşünmekle başlar; anne babaları zulmete düşürenin bu olduğunu görmüştük. Bunlar fark edilmediğinde, bunlarla mücadele edilmediğinde, günümüzdeki adıyla “anksiyete” yani “kaygı bozukluğu” yaygın bir tablo olarak karşımıza çıkmaktadır. Psikolojik problemlerin bir sebebi de insanın kendisini müstakilen var ve muhtar zannetmesidir; Allah’tan uzaklığıdır; ilahlık hissiyatı ile yaşıyor olmasıdır.
Kaygı; gelecekte olma ihtimali olduğunu düşündüğümüz, nesnesi belli olmayan duygu durumudur. Psikologlar yoğun şekilde yaşanan bu duyguları “bu çocuk okumayacak, iş sahibi olamayacak, hayatını nasıl devam ettirecek…” şeklinde yaşamayı kaygı bozukluğu olarak tanımlıyorlar. Kendimiz için de örneklendirmeler yapabiliriz: Deprem olursa ne yaparım? Sevdiklerime bir şey olur mu? Çocuğuma bir şey olur mu? İşsiz kalır mıyım? İş ortağım bana yanlış yapar mı? Okul bitince iş bulabilir miyim? Bu gibi yüzlerce kaygı cümlesi sıralanabilir… Bu duygu durumları eğer Billahi imanla (Ehad ve Samed olan Allah’tayım, Allah’layım, Allah’tanım) idrakıyla yaşanmazsa ve duaya dönüşmezse kişi zulmete düşecektir. Bu zulmet de kaygı bozukluğu gibi birçok psikolojik ve psikiyatrik durumların yaşanmasına yol açacaktır. Peki, ne yapmalıyız?
Bu noktada fark etmemiz gereken ilk şey müstakil ve muhtar olmayışımızdır, yani Allah’ın dışının olmadığını anlamamızdır. Allah dışında bir varlık algısından, bu yanlış inanıştan kurtulmaya çalışmaktır. Çünkü bizi zulmete düşüren asıl nokta burasıdır: Dışı var sanmak, dışında varız sanmak! Bu kendiliğinden kişide ilahlık hissiyatına yol açmaktadır. İşte bu fark edildiği zaman teslimiyetimizin nasıl olması gerektiğini fark ederiz; yani teslimiyetin ne olduğunu doğru anlamak mümkün olur. Efendimiz (SAV) hadislerinde “eslim, teslim” buyurmuşlardır; “İslam ol, teslimiyeti yaşa.” Bu yüzden İslamiyet teslimiyettir. O teslimiyet işte bu idrakla başlar. Ancak o zaman bizim çevremizdekilerden beklentilerimiz değişir.
İnsan hem kendisini hem de eşi çocuğu gibi sorumlu olduklarını çok iyi bir kul olarak görmek istiyor, çok güzel bir kul olmalarını arzu ediyor. Ancak bu arzumuzun bir dua ve bir gayret olması gerektiğini, bu konuda hüküm verici olmadığımızı bilmemiz de gerekiyor. Bu hedef için sabırla, zarafetle duaya ve gayrete devam etmemiz de gerekiyor. Bu halimizle yapacağımız gayretler, tavsiyeler ve dualar, bizim öncelikle Rabbimize teslim olmamızı, bu süreçleri O’na güveniyor ve sığınıyor olarak yaşamamızı da gerektiriyor. İşte o zaman biz; “Ey, Allah’ım! Benim evladım diye bildiğim senin kulundur; onu dünya ve ahirette sıkıntıya düşürecek her şeyden koruyuver (âmin)” diyerek, bu duaları Rabbimize teslimiyetle yaşayabiliriz.
Müstakilen var ve muhtar olmadığımızı fark etmek Rabbimize karşı gerçek şükürdür. Bu şükür halini yaşamak Allah indindeki kulluğumuz için olmazsa olmazdır, ayrıca kullar arası ilişkilerimizi de Hak istikamete çeker, düzeltir. Bu şükür hali bize kul olarak “Biiznillah gayretimizden” sorumlu olduğumuzu, sonucun, hükmün Ehad ve Samed olan Allah’a ait olduğunu yaşatır. Bu durumda biz her konuda elimizden gelen gayreti gösterir, sonucu Rabbimizden bilir ve severiz. Bu hal, bu razılık bize henüz dünyadayken cennet yaşantısının kapısını açacaktır, Biiznillah. Böyle yaşayan kul etrafıyla ve Rabbiyle didişmez; her an huzurda olduğu için huzurludur; geçmişte yaşanmış sıkıntıları bugüne taşıyıp da depresyona girmez; gelecek kaygısıyla bugününü perişan etmez. Böyle yaşayan bir kulun halini Bakara (38), Yunus (62), Ahkaf (13) gibi ayetler bize “Onlar için ne bir korku ne de bir hüzün vardır” diyerek anlatır, öğretir, öğütler, müjdeler ve öyle bir kul olarak yaşamayı özendirir.
Yazımıza başlarken paylaştığımız Enbiya Suresi 29. Ayetteki “kim ben bir duniHi ilahım derse” ifadesi bize dunihi algıyla, ilahlık hissiyatıyla yaşamanın ahiretteki cezasının cehennem olduğunu öğretti. Bu algıda yaşamak insanın hakikatine, enfüsüne, ahseni takvim yapısına aykırı olduğu için onu dünyada da zulmete düşürür. Dolayısıyla dünya ve ahiret güvenliği, selameti, huzuru, esenliği için her duygumuzu, her kelimemizi, her davranışımızı “müstakilen var ve muhtarım” zannıyla, bu iddiayla yaşayıp yaşamadığımızı takip etmeli, incelemeliyiz, hem de her nefeste. Bunu takip etmeli ve yakalayacağımız ilahlık hissiyatlı duygu, düşünce, konuşma ve davranışlarımızdan sıyrılma gayretinde olmalıyız.
“Allahım, bizi her türlü ilahlık hissiyatından temizleyiver, müstakilen varım ve muhtarım iddialı her halden uzak tutuver, duniHi algı ve zannlarından kurtarıver; boyanla boya, nurunla nurlandır, ahlakınla ahlaklandırıver Allahım (âmin).

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti