Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

İNŞİRAH YAZILARI – 2 – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 24 Ocak 2019 Perşembe 13:41:48
 

Sadır, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydının his alanıdır. His alanı! Eğer kişi, esas Kendini Hissetme Duygusu’nu, sonra da suretlerde bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nu fark edemezse birçok şeyi doğru tanımlayamaz. Birçok şey ona, kopuk ve zor anlamlandırılan şeyler olarak gelir. Hâlbuki herşey kökenini Kendini Hissetme Duygusu’ndan alır, suretlerde de böyledir, onlarda da herşey kökenini Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’ndan alır! Her şeyin kökeni budur! Sadr neymiş: Kul’da bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yani nefs dediğimiz kaydın his alanının tamamı sadırdır.
Kalp, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalptir, kalıptır: Konu ilerledikçe bunu açacağız. Şimdilik bu cümleyi tam yakalayalım: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusunun kaydını oluşturan kalptir; kalıptır; kulun kalıbıdır. Kul’da “Kendini Hissetme Duygusu” var, ama kayıtlı. Kulu kul yapan, kulu cüz yapan onun kaydıdır. O kaydın özelliğine göre kullarda farklılıklar vardır. İşte o kaydın his alanı, o kaydın hissinin kapladığı alan “sadır”dır. O kaydı oluşturan kalp, yani kalıp kaydın kalıbıdır ve o bizim kalp dediğimizdir. Kaydın kalbi, kaydın kalıbıdır. Bunu şuna benzetelim: Para basılacağı zaman bir kalıp yok mudur? Kalpazanlar parayı kalbederler, değil mi? O paranın bir kalıbı vardır, kişi onu kalbeder, bu yüzden ona “kalpazan” denir. Bu normalde de böyledir, ama “kalpazan” kelimesi genellikle işi kötü niyetle yapanlar için, suçlar mahiyette kullanılır hale gelmiştir. Şimdi bir “para”yı sizin kaydınız gibi düşünürseniz, kaydınızı oluşturan bir kalıp, bir kalp var. İşte o kalıp kalb olarak adlandırılmıştır. Basamak basamak ilerliyoruz, bunlar gittikçe detaylanacak.
FUAD: Fuad’ı tarif ederken de öznemiz yine Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu. Çünkü kuldaki en önemli işlevsel özellik budur. Kula, kul çerçevesinde “Biiznillah zat”lık kazandıran, yani ona kul çerçevesinde “Biiznillah ind” kazandıran özellik budur; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu! FUAD; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, bu halin yeteneğini, fuadla ilgili yeteneğini kendi kaydından alan ve “analiz ve sentez”den sorumlu olan bir “Kalbî Görüş” işlevidir! Yani fuad; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun yeteneğini kendi kaydından alan “analiz ve sentez”den sorumlu bir Kalbî Görüş işlevidir. Yani bu işle ilgili yeteneğini kendi kaydından alan, “analiz ve sentez”den sorumlu; analiz ve sentez yapan, kalble ilgili bir görme/görüş işlevidir. Bu işlev Hakk yolda çalışabilirse, bu görüş “Basiret”e yol açar; Basiret dediğimiz olay ortaya çıkar. Bunları ve detaylarını da ayetlerle göreceğiz.
LÜB: Kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar olarak varım” zannından doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir nurdur; İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. “LÜB” çok önemli bir nurdur, ama “ahiretî bir nur”dur. Dünyayla ilgili olanlara hayatî denir ya, bir şey çok önemliyse “bu iş çok hayati” denir ya, işte onun gibi “LÜB” de çok ahiretî bir nur! O kadar ahiretî ki, kişinin sonsuza dek olan yaşantısını etkileyen bir nur! Ne yapar? Bu nur kalbte faaliyet gösterebilirse akla bir imkân sağlar, aklın bir şeyi görebilmesini yakalayabilmesini sağlar. Öyleyse LÜB; kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar zannı”ndan doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir NURdur: Demek ki kul; varlığını Allah’a eş koşmaktan ancak “LÜB” desteğiyle kurtarabilir! Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organize Mekanizması’na eğer Allah lütfetmişse “LÜB” bir ikramdır: “LÜB” tamamen bir ikramdır! Var olan bu yapıya, var olan kul yapısına “LÜB” bir ikramdır.
Ama bu organizasyonda hükümdar “LÜB” değildir. Mekanizmanın hükümdarı “KALB”dir. Kalbin, kalıbın kulun vücudundaki merkezi “vücudun kalbi”dir: Bahsettiğimiz bu kalbın, kulun vücudundaki merkezi “vücudun kalbi” olduğu için oranın ismi kalbdir. Kalbın merkezi olduğu için kalb denmiştir ona. Kalb; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp vücudun kalbi ve kan kimyasıyla bütün sadra ulaşır. Sadr kaydın his alanıydı, işte kalıp/kalb sadrın tamamına vücudun kalbi ve kan kimyasıyla ulaşır.
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini ise KALB’ın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki BEYİN ve vücuttaki diğer “Nöron Sistemleri” fiillendirir. Burası çok önemli! Bu anlaşılmadığı takdirde insanlar her işi beyne bağlarlar! Demek ki; beyin bu organizasyonun yalnızca hizmetçisidir! Evet; Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini; yani onun hizmetini gören, ise kalbın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki beyni ve vücuttaki diğer nöron sistemleri fiillendirir. Böylece bu organizasyona onun hizmetini gören BEYİN de eklenmiş oldu.
Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse Nefsin Şerri, vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele geçirir ve sadra hâkim olur. Böylece; beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur.
“KALB’in rabbine yönelmesi engellenirse” ne olur? “Sen Tanrı mısın” kitapçığından, “tanrı ilmi” müfredatından biliyorsunuz, iki yol var ve bu iki ana yol yüzünden de esas iki nefs hali vardır; nefs-i emmare ve nefs-i levvame! Esas çatıyı bu iki nefs; nefs-i emmare ve nefs-i levvame oluşturur. Dolayısıyla, kalb; direksiyonu bu ikisinden birine büker ve kalb direksiyonu nereye bükmüşse beyin o doğrultuda fiil yapar! Bu yüzden ayetlerde, inananlar Rabbine yönelmeleri için uyarılır.
İşte kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse; nefsin şerri yönetimi ele geçirir. Nefsin şerrinin, yani “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”nun asi davranışı, onun haddi aşan hali, esfele safiliyn yapı ki; onların hepsine biz nefsin şerri diyoruz; kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri hükümdarlığı ele geçirir.
Burada önemli bir bilgiyi not edelim: Eğer konu ve anlatımlarda nefs ve nefsin şerri davranışları ayrılmazsa, okuyanlar ve anlamaya çalışanlar nefsi tanıyamazlar ve nefse kızmaya başlarlar. Oysa kızmaları gereken nefs değildir, nefsin şerridir. Uymamaları gereken de nefsin şerridir ki; işte o şerden nefsi temizleyip kurtarmak gerekir! Nefs kızacağınız değil, kurtaracağınız bir şey; onu o kirle, o şerle bırakırsak ve o kiri nefsin esası zannedersek nefse zulmetmiş oluruz. “Nefsinize zulmetmeyin” demek, onu şerrinden arındırın, onu şerre, asiye, isyancıya, haddi aşana bırakmayın demektir.
Kalıbın (kalbin) Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri bu organizasyonda vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele geçirir: Kalb Rabbine yönelemezse,  Rabbine yönelmesi engellenirse o zaman Sadr, Kalb, Fuad ve fonksiyon göstermeyen Lüb Organizasyonu’nun yönetimi nefsin şerrinin eline geçer. Nefsin şerri bu yönetimi vehmin zulmeti lehine yapar, yani vehmin zulmeti kurallarıyla yapar. Nefsin şerrinin kuralları, yani nefsin şerrinin elindeki hayat yönetmeliği vehmin zulmetidir. Dolayısıyla o zaman nefsin şerri bu organizasyonu vehmin zulmeti lehine yönetir. Böylece beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur! Bu organizasyondaki yönetim nefsin şerrinin eline geçince Kalb Hakk’a yönelik davranamaz. Bu durumda Kalbin kukla duruşu ve “nefsin şerrinin yönetimi” söz konusudur: Böylece, nefsin şerri vücudun kalbi ve kan kimyası sayesinde sadra hâkim olur.
Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle ilgili bir cümleyi, yeri ileride gelecek olmasına rağmen buraya monte edelim. Bir hadiste şeytan kendisine verilen yetkileri sıralar ki; bunlardan birisi insanın kanına girebilmesidir. Orada şeytan; “bana insanın kanına girebilme yetkisi verildi” der. İnsanın kanına nasıl girdiğini gördünüz değil mi? Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle, şeytan o kişinin “kanına girmiş” oluyor!
Hatta biz günlük hayatta da, aramızda da buna benzer cümleler kullanırız. Bir arkadaşınız sizin arzunuzun dışında bir fikir ileri sürmüştür, bir iş yapmıştır ve siz o fikrin veya o işin esas sahibini bilirsiniz. O zaman ona dersiniz ki; şu kişi senin kanına girdi. Bunu söylerken, onun gelip de arkadaşınızın damarlarına girdiğini düşünmezsiniz, değil mi? “Senin kan kimyanı o bozdu” demek istersiniz. İşte nefsin şerri de kan kimyasını böyle ele geçirir.
Aslında kul, kendini bu son tanımladığımız esfele safiliyn hal üzere bulmuştur. Zaten dünyalı olmak demek, bu sadr organizasyonunu nefsin şerrinin yönetiyor olması demektir. Nefsin şerrinin sadrı vehmin zulmeti yönünde yönetiyor olması, kalbi ve kan kimyasını da ele geçirmiş olması demektir. Kul kendisini bu hal üzere bulur! Ve işte bu haldir ki; onun adı esfele safiliyn yapıdır.
Kul, dünyada bu “esfele safiliyn” hal üzere kendisini bulmuştur ve sadr, “A” Takdim Formu “BEN”in kast alanı durumundadır: Sadrı, “BEN” derkenki kastınızın alanı” olarak tarif etmiştik. Kulun kendisini esfele safiliyn hal üzere bulması nedeniyle sadrın kast ettiği “A” Takdim Formu “BEN” olur. Yani sadr “A” Takdim Formu “BEN”in alanı olur, haddi aşan “Asi BEN”in alanı olur. Zaten bu takdime biz “asi” kelimesinin ilk harfi olarak “A” diyorduk.
Nefsin şerrinin vehmin zulmeti lehine olan bu sadr hâkimiyetinden kul ancak LÜB ikramıyla kurtulabilir: Kul kendini içinde bulduğu halin imkânlarıyla o halden kurtulamaz. Çünkü kendisini içinde bulduğu halde (o halin imkânlarında) onu oradan kurtaracak bir şey yok! Ancak LÜB ikramıyla kurtulabiliriz. Ancak öyle…

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER