Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

SÖYLEMEKLE BAŞLAYIP, İKANA ULAŞMAK – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 20 Şubat 2017 Pazartesi 12:15:00
 

– 28-
Fatır-32’de Rabbimiz buyuruyor ki; “Kullarımızdan istıfa ettiklerimizi (süzüp seçtiklerimizi) Kitab’a varis kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir, onlardan kimi Muktesid/Mutedil’dir, onlardan kimi de Biiznillah hayratlar ile öne geçendir. İşte bu fazlu kebiyr’dir (büyük lütuf’dur).” (Fatır-32)
Evren’e de varis kılınan üç grup; nefsine zulmedenler, muktesıdler (mutediller, orta yollu olanlar), biiznillah hayrat’ta ileri gidip öne geçen Mukarrebun (hayratta ileri geçen, önde olanlar). Nefsine zulmedenler bizi daha çok ilgilendiriyor, kendimizi o grubun içerisine koyduğumuz için o hal bizi daha çok ilgilendiriyor.
Nefsine zulmedenler ve cennet yolu
Nefsine zulmedenlerin nasıl olup da cennete gideceği tartışılmıştır. Kimi âlimler “nefsine zulmedenler cennete giremez” demiştir ki gerçekten nefsine zulmedenler cennete giremez. Ama ayet diyor ki; nefsine zulmedenlere kitabı varis kıldık. Ve Efendimiz (SAV), “Fatır Sûresi’nde bahsi geçen nefsine zulmedenler de cennete girecekler” diyor. Demek ki buradaki nefsine zulmedenlerin bir farkı var, isim aynı gibi ama vasıfları aynı değil.
Nefse zulüm çok geniş bir alana yayılmıştır. Dünyaya her gelen zaten nefsine zulmeden olarak gelir ve “La ilahe illa Ente; SubhaneKE, inni küntü minez zalimiyn” hayatı başlar, bu zaten herkes için böyledir. Cehennemlik olan nefse zulüm halinden kurtulup da cennete girecek nefse zulm haline ulaşan kişinin farkı vardır. İşte biz, bizim için önemli olan bu hali tarif edeceğiz. Bu ayette ve hadiste tarif edilen nefsine zulmedenlerin vasfı şudur: Onların yönelişleri doğrudur, nefse zulmün bu halini yaşayanlar şirk günahı işlemezler. Diğer gruptaki nefsine zulmedenler şirk günahı içerisindedir. En önemli fark budur; şirk günahı işlememek, Allah’a doğru yönelmek! Doğru yöneliş “Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” kapsamında yönelmektir. Böyle yönelenler hala neden nefse zulüm halindeler, onu da söyleyelim: Âmentü Billâhi ve Rasûlihi demelerine, doğru yönelmelerine rağmen, sâlih ameli tam yerine getiremiyorlar, imanın gereğini tam yerine getiremedikleri için nefse zulüm halini yaşıyorlar.
Bir de “Âmentü Billâhi” dediği halde onun mânâsını, yani ne dediğini çok bilmeden yönelmiş olanlar vardır, “böyle deniyor” diye Âmentü Billâhi demişlerdir. Bu yönelişin ne mânâya geldiğini bilmezler ama imanın gereği olan amelleri çok güzel yapıyorlardır, gerekli fiilleri çok iyi, çok yerinde yapıyor görürsünüz onları. Bunların da yönelişi noksanlık içeriyor. Diğerlerinin amellerinde noksanlık vardı. Her iki grup da doğru yolda ama nefsine zulmedenler sınıfındalar, doğru yoldalar ama hatalılar. Yaşarken de cennet umuduyla yaşıyorlar. O umutla yaşadıkları için mahşerde hapsedildiklerinde onları bir tasa kaplıyor. Cennete girenleri görünce diyorlar ki: “Hayatımız bu yolda geçti, bu işle meşgul olduk, her şeyimizi bu yola adadık, böyle yaşadık. Ne oldu da bu hale düştük, neyi yanlış yaptık?” İşte böyle bir tasa ile yaşarlarken, hadisten öğreniyoruz ki, bir süre sonra Allah rahmetiyle muamele edip onların noksanlarını gideriyor. Noksanları neyse; yönelişiyse yöneliş noksanını, ameli yetmiyorsa amel noksanlarını rahmetiyle giderince onlar da cennete girerler ve o tasa üstlerinden birden kalkar. İşte o zaman “Elhamdülillah” derler; “Allah’adır hamd! Hamd O’na aittir ki O bizden tasayı kaldırdı. Çünkü O Ğafurun Şekur’dur.”
Bu esma ikilisi burada çok mânâlıdır; Ğafurun Şekur: Bağışlayan ve Şekur: Allah’ın yaptığını ve Allah’ın verdiğini Allah’tan bilene Allah daha çok veren Şekur’dur. Onlar bu yüzden; biz de dünyada elimize ne geçmişse ister sevineceğimiz, ister sıkıntılı bir şey, hepsini Allah’tan bildik. Dolayısıyla, Allah Şekur olduğu için her bir şeyi O’ndan bilmemiz nedeniyle bize bunun karşılığı olarak lütuf ve hediye verdi. O Ğafurun Şekur’dur derler. Onların bu halini Efendimiz (SAV); “Fatır-34’deki hamd edenler bunlardır” diye bildiriyor.
Öncü olanlar
“Mukarrebun” konu başlıklarımızdan değil ama bir cümle söyleyelim, çünkü çok sık geçti. Mukarrebun, hayratta Bi-iznillah öncü olanlardır. Bu öncü kişi hem şekavet ehlini hem saadet ehlini geçip Mukarrebun’dan olmuştur. Bu farklı bir öne geçiştir. Şekavet ehlini ve saadet ehlini geçmek, sevap olarak öne geçmenin dışında dünyada yaşadığımız vehmi vasıflardan da sıyrılarak geçmek demektir. Öncü olan bu kul, yaşantısı ve fiziksel yapısı vehmin yönetiminde olmayandır. Allah ondan razı olmuş ve vehmin yönetimini (bu kısıtlamayı) ondan Bi-iznillah kaldırmıştır. Böylece o başka bir şekilde öne geçmiş olur.
İbret verici bir örnekle devam edelim.
“Nihayet Allah onu (o mü’min adamı), firavun âlinin yaptıkları mekrin kötülüklerinden korudu. Âl-u firavun’u ise azabın kötüsü çepeçevre kuşattı, (o kötü azap) nar’dır. (Âl-u firavun) sabah akşam ona arz olunuyor haldedirler. O saat kıyam ettiği günde: “Al-u firavun’u azabın en şiddetlisine sokun (denir).” (Mü’min; 45, 46)
Surenin isminin Mü’min olması, firavun ailesinden imanı ve ameli övülen bir kişiyi anlatıyor olduğu içindir. Firavun ailesinden bir de, bir ayete konu olmuş ve rivayetlerden adını Asiye diye bildiğiniz bir hanım vardır. Bu hanım Tahrim Suresi 11. ayette “firavun’un karısı” olarak tanımlanır. Sûre bize örnek iki hanımdan bahseder; Hazreti Meryem validemiz ve 11. ayette övülen bu hanım.
Mü’min Sûresi’nde övülen kişi firavun ailesinden ama mü’min bir zattır. Firavun’a ve firavun’un yaptıklarına karşı mücadelesiyle, mücadelesinde deklare ettiği imanla sûrede ders verici, çok ibretlik sözlerle övülür. Allah ona iltifat ederken firavun’un akıbetini de anlatır: Onu firavun’un kurduğu tuzaktan kurtardık, firavun’u da azabın en kötüsü kuşattı. Öyle ki, hem kötü öldü, hem de hâlâ sabah akşam azaba/nara arz ediliyor. Ve hesap günü o zor günde şöyle denilecektir: Firavun’u ve al-u firavun’u azabın en şiddetlisine sokun…
Allah muhafaza etsin. Bu bize hesap gününü hatırlattı, bizi hesap gününe yaklaştırdı. O güne yaklaştık, ona yakın zamana geldik. Hesap gününe yakın zaman kıyamettir, kıyamet kopacak! Kur’an’da bize bildirilen Kıyamet öncesine ait bazı işaretler var: “O Saat’in ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? Onun eşratı (şartları, alametleri) hakikaten geldi (zuhur etti). (Fakat O Saat) onlara geldiğinde onların tezekkür edip ibret-öğüt almaları onlar için nasıl olur ki?” (Muhammed-18)
O Saat gelince nasıl ibret alacaklar? Diyelim ki o an ibret aldılar, o saat gelip çattıktan sonra ne işe yarayacak? Bu dünyada, mühlet sisteminde, hikmet yurdu, iş yurdu dediğimiz bu mühlet sistemi içerisinde yol/işleyiş şöyledir: Önce iman, sonra ikan! Hatırlarsanız ahirete iman konusunda da gördük. Ayet Efendimiz (SAV)’e; “sana, ahirete iman edenler iman eder” dedi. İlk aşama ahirete iman. Ahirete iman edenler Kur’an’ı kabul ettikten sonra ikinci aşama olarak onlardan “ahirete ikan” isteniyordu. Yol böyle: Önce iman edecek, sonra iman ettiğin şeye ikan olacaksın. Hatta “ikan”ın da dereceleri vardır. Bizzat öyle hal sahipleri vardır ki; onların ikanları “gözüyle görme” şeklindedir. Bir şeyi gözüyle görmesi neyse öyledir, o şekildedir. Bunu duyunca ikan sakın zor ve uzak gelmesin. İkan’ın bize uygun, bizim gibi normal insanın yetenekleri içerisinde olan seviyesi de vardır. O seviye gözüyle görüyormuş gibi inanmaktır, o derece imandır. Önce bu noktayı yakalamak lazım, çünkü ikana böyle başlanır. Bu noktayı yakaladıktan sonra daha ileri ikana doğru Allah’ın lütfuyla gidilir. Başlangıç budur; iman ettiği şeyi gözünle görecek derecede kuvvetlendirmek!
Kanıtlar ve imanın sağlamlığı
İşin normali önce iman sonra ikan iken, insanlar önce ikan isterler. Ayetler bu örneklerle doludur. “Bir kitap, bir melek gelseydi. Senin yanında bir hazine olmalı değil miydi? Bu garibanlıkla bu iş olur mu? Sen çok zengin olmalı değil miydin? Nerede yoksul, zavallı, ezilmiş varsa onlar gelip sana tabi oluyor, yanında zenginlerden hiçbiri yok…” İman etmek için istedikleri, ileri sürdükleri böyle şartlar var. Efendimizden mal, mülk, saltanat, melek veya olağanüstü olaylar istiyorlar. Gerçi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ayı böldüğü halde inanmamışlar, o da ayrı! Fakat böyle isteklerde bulunan, bunları isteyen bir yapı var. Fark ediyoruz ki ahirete iman bir potansiyel, sonradan verilen birşey değil. O potansiyel kimde varsa Rasulullah’a ve Kur’an’a o inanıyor (En’am-92). İşte o imani potansiyeli açıp geliştirip ikana götürmek lazım. Bu potansiyelin olmadığı kişi ne yapar? Onun yapacağı şey hemen ikan istemektir! Kişide iman potansiyeli yoksa başka ne yapsın, çok doğal olarak “ikan” istiyor: Şunu göster de inanayım, şunu yap ki kabul edeyim, şöyle olsun ki sana inanayım. İman etmeden ikan isteyen bu yol, bu yaklaşım, bu yöntem doğru değildir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu kişilere çeşitli mucizeler gösterdiği halde inanmamışlar, “sihirbaz, büyücü, gözümüzü boyuyor” demişler. O kadar enteresan! Efendimiz (SAV) ayı bölüyor, iman etmeyip eleştirenler; “gözümüzü boyadın” deyip dönüp gidiyorlar. Halbuki aynı kişiler kervanın gelmesini de bekliyorlar. Kervan geliyor, kervandakilere “siz gördünüz mü, ay bölündü mü?” diye soruyorlar. “Evet, gördük, bölündü!” demelerine rağmen inanmıyorlar, sizin de gözünüz boyanmış deyip çekip gidiyorlar. Peki, çok uzakta ve bu olaydan habersiz olanların gözünü nasıl boyadı, niye boyadı? Bu kadar körler! Bu kadar kör oldukları için gerçekleri göremiyorlar. Şu da ilginçtir: Maalesef, tefsirlerde bile “bölünmüş, bölünmemiş” tartışmaları var, Kur’an’da hususi olarak bu olayla ilgili sûre varken…
Günümüzde de benzer hataların yapıldığını düşündüğüm için önemle bir not düşmek istiyorum:
Allah’ı ve varlığını kanıtlar gibi yapılan anlatımlar, bu anlatım tarzını esas alan sunumlar çok doğru olmaz. Diyelim ki İslam’ı ve Allah’ı anlatıyorsunuz, hep Allah’ın varlığını kanıtlamaya çalışır gibi anlatmak, ona yönelik deliller bulup anlatmak, yeni bilimsel bulguları alıp “demek ki Allah varmış” deyip anlatmaya çalışmak çok doğru bir yöntem değildir. Dikkat edin, “yanlış” demiyorum! Konuyu anlatma sistemi bu olursa, anlatım ve sunum bunun üzerine bina edilirse çok doğru değildir. Hele de bilim dediğimiz şeye güvenip anlatırsanız… Bilim bugün doğru dediği bir şeye bir süre sonra; yanılmışız, öyle değil böyleymiş diyor. Onun her an yanılabileceği bir şeyi temel kabul edip, işi onun üzerine bina edip İslam anlatırsan, ileride onun yanlış olduğunu öğrenen kişinin hali ne olur! Sonradan çökme ihtimali olan bir şeyin üzerine iman bina edilir mi? Bu yüzden o, doğru bir anlatım tarzı değildir. Ancak kişideki iman potansiyelini, özellikle ahirete iman potansiyelini kıpırdatmak için bu bulgulardan yararlanılabilir. Çünkü bilim dediğimiz bulgular nihayet Sünnetullah’tır. Kur’an da bunu yapıyor, bize buna benzer ayetleri gösterip; “görmüyor musunuz?” diyor. Ama bunu yaparken hedef sendeki iman potansiyelini kıpırdatmaktır. Değilse, o örnekler üzerine iman bina etmek hedeflenmiyor.
Dikkat edin, kişinin imanı eğer bir kanıtla rahatlıyorsa o kişi imanını kontrol etmelidir. Kanıt gibi bir şey görünce imanının ferahladığını hisseden hemen şunu düşünmelidir; demek ki imanımda bir zayıflık var, o yüzden bu tür kanıtlara ihtiyaç duyuyorum. Değilse neden bu tür kanıtlara ihtiyaç duyayım? Çünkü bazı kanıtları görünce ferahlayıp coşuyor. Bunu söylerken, o kişinin imanı yoktur demiyorum; kişi imanının seviyesinden endişe etmelidir diyorum. Çünkü kanıtla ferahlayan bir iman tersiyle de zayıflar, tersini getiren bir bakışla karşılaşınca altüst olur. Öyle fikirler vardır ki iki tarafı da doğru çıkar. Bir zamanlar münazaralar yapılırdı, gruplar ikisi de doğru olan iki cümleyi tartışırdı. İkisi de doğru olan o iki cümleden birisi o anki tartışmaya göre galip gelirdi, iki doğrudan biri kazanırdı. İnsan mantığının, aklının o an neyi doğru kabul edeceği, o anki sunuma göre değişir. Eğer bir sunum sana bir şeyi daha doğru gösterebiliyorsa, bu yönteme nasıl güvenebilirsin? Bazı kanıtları görünce imanın coşuyorsa, ondan yararlanıp imanını coştur ama kendine şunu da söyle: Demek ki tersi bir şeyle karşılaşırsam imanım düşecek, birisi kafamı biraz karıştırsa imanım alt üst olacak. İmanım öyle bir yerde ki birisi ittirince çıkıyor, dokunulsa düşecek. Unutmayın ki hiçbir kanıt, hiçbir akıl bulgusu imana yetişemez, iman öyle yüksek bir yerdedir. Bu nedenle, beşeri aklın hiçbir türü imanın seviyesine ulaşamaz ve ona eş bir kanıt sunamaz, bunu böyle bilmek gerekiyor. İman hakkındaki bu nokta önemlidir. Asıl konumuza, O Gün’e dönelim.
 “De ki: Elhamdülillah. O size ayetlerini gösterecek, siz de onları (azabını tadarak) tanıyacaksınız. Senin Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Neml-93)
“Elhamdülillah ve MaşaAllah”daki anlamlar
O gün geldiğinde o merak ettiğiniz delilleri göreceksiniz ama azabını tadarak! O gün’ün ne olduğunu, o delilleri, azabı yaşayarak göreceksiniz. Şimdi söylediklerinizden ve yaptıklarınızdan Rabbim gafil değildir. Ayetin başındaki “De ki; Elhamdülillah” vurgusunu konumuz için pekiştirelim. Fatiha’nın ayetlerinden olması nedeniyle bir konumuz zaten Elhamdülillahi Rabbil Âlemiyn. Bu ayet de öyle başlıyor: De ki; Elhamdülillah… İnkârcıları uyaran bir ayet neden böyle başlıyor acaba? İnkârcılar ayeti okumaz, okusa da anlamaz. “De ki; Elhamdülillah” ile başlıyor, sonra da onlara “Siz görmek istediğiniz delilleri göreceksiniz, öyle göreceksiniz ki ızdırabını çekerek!” diyor. Bu ayetin ilk kısmı bizim için, devamı inkârcılar içindir. “Elhamdülillah” ifadesi onlara tesir etmez, tesir etse zaten kurtulurlar. Ayetlerde görmüştük, onlar uydurdukları varlığa “Allah” diyorlar, Allah ise onların “Allah” deyişini kabul etmiyor.
Efendimiz (SAV)’e ve ona tabi olanlara Rabbi “Sen Elhamdülillah de” demişti. Bu ayette de aynı: Elhamdülillah deyin! Bu öneriye uyup da “Elhamdülillah” demekle neleri söylemiş oluruz biliyor musunuz? “Elhamdülillah” demekle; “Mülk Allah’ındır, Güç Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır ve Allah’ı ancak kendisi değerlendirebilir. Takdir de, takdir etmek de O’na aittir” demiş olursunuz. HAMD kelimesi öyle çok ve öyle önemli manalar içerir ki…
Fatiha’ya Giriş bölümünde paylaştığımız bir konuyu bir kez daha hatırlatalım ki dilimizden silinsin: “Hamd olsun” uygun bir ifade değildir, bu yüzden “Hamd olsun” denmemelidir. Bu ifade uydurulmuş bir ifadedir. Kur’an’da onun karşılığı olan bir ifade yoktur, Arapça kullanan ülkelerde “Hamd olsun” manasında bir tabir yoktur! Bir insana “geçmiş olsun” der gibi bir ifadenin Allah için bir hiç mânâsı yoktur. “Elhamdülillah” Türkçe söylenecekse “Hamd Allah’a aittir, Hamd Allah içindir” denebilir. Çünkü Hamd birisine ait değildir. Yani bize deniliyor ki; Hamd’la ilgili muamele, Hamd’la ilgili yapılacak şey ne ise, o senin yapabileceğin bir şey değildir. O Allah’a aittir!
Hamd’ı tek kelimeyle tanımlayacak olursak deriz ki Hamd takdirdir, “birisi Allah’ı takdir edemez” demektir. Normal yaşantıda buna çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bir manzara gördünüz, çok hoşunuza gitti, “Allah ne güzel yaratmış” dediniz; yani Allah’ı takdir etmiş oldunuz. Allah’ı takdir etmek ne haddinize! Takdir etmek için Allah’tan yukarıda olmak lazım. “Ne güzel yapmışsın, ne harika yaratmışsın” demekle Allah’a bir nevi aferin diyorsun. Ne haddimize! Bu hataya düşmemek için, öyle bir manzara karşısında, bu yüzden elhamdülillah, mâşâAllah diyoruz. Bunları kullanmakla; “Ben güzel bir şey gördüm ama onu takdir edemem. Bu işin takdiri Allah’ındır. Bu işi O anlar. O kendisini kendisi bilir” demiş oluyoruz. Bu mânâları dikkatle süzersen aslında demiş oluyorsun ki; mülk Allah’ındır, güç Allah’ındır, hüküm Allah’ındır, Allah’ı ancak kendisi değerlendirebilir. Takdir de, takdir etmek de O’nundur! Hal böyle olunca, bütün işlerimizde buna dikkat etmek gerekir. Çünkü bu yaklaşım aynı zamanda Kader anlayışını gösterir, Kader’in temelini, mantığını oluşturur. Siz “Elhamdülillah” demekle farkında olun olmayın, “Bismillah, Âmentü Billâh, Amentü Bil Kaderi ve Eslemtü Vechiye Lillah, Eslemtü li Rabbil Âlemiyn” demiş oluyorsunuz: “Ben idrakımı, her şeyimi Hamd kendisine ait olan Allah’a teslim ettim” diyorsunuz; “Vechini âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim et, Allah’a teslim ol” önerisini yerine getiriyorsunuz. Bir “Elhamdülillah” demekle böyle ulvi duyguları, ulvi sığınışları söylemiş oluyorsun.
Söylemekle başladığımız bu yolu ikan’a doğru götürmek, bunların ne olduğunu bilerek ve gereğini yaşayarak ilerlemek görevimizdir. Tefekkür seyahatimize yarın inşaAllah kıyamet alametleri ile devam edeceğiz.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER