Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

NEYE VE NASIL İMAN EDİYORUZ? BUNUN BİLİNCİNDE MİYİZ?

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 18 Kasım 2017 Cumartesi 11:34:15
 

– 29 –
Fatiha’da “İyyaKE na’budu VE İyyaKE nesta’iyn” derkenki üç ana sütunu özetleyerek başlamak istiyorum, çünkü bu üç idraktan hangisinde olduğunu bilmesi, insan için çok önemli. Bu üç idrakın her biri aslında bir kadere bakış açısıdır ve her birinin kendine göre bir “iyyaKE na’budu duruşu” vardır. Buradan hareketle; “salât ikamesi bu kader bakış açılarıyla ilişkilidir” denebilir. Yani kadere bakış nasılsa, salâtı ikame ediş öyledir. Birinci idrak: “Ben ilahım, bana ait özellikler var, benim müstakil gücüm var, ben yaparım” diyen ilahlığını ilân etmiş duruştur. İkinci idrak: Bu ikincisi zavallı ilahtır; gücünü kaybetmiş, artık güçleri olmayan tanrı. Bu yüzden de çaresizdir. Bu idrak, boynunu büküp Allah’a teslim olmuş ilah duruşudur. Üçüncü duruş: Bu idrak çok farklıdır; o idrakta olan için ayrıca bir dileyen yoktur, bu yüzden o “La ilahe” duruşudur. Allah’a gerçek teslim olmuş haldir. Teslim olan yapı Allah’ın yarattığı yapıdır, çünkü ancak o teslim olabilir. Kur’an-ı Kerim ona seslenir, ayet ve hadisler işte bu teslimiyet yolunda olana seslenir. Kur’an’da Allah’ın hitap edip de “siz” dediği odur, onun özelliklerine sahip çıkan “A” dediğimiz sanal yapı değildir. O yapı tamamen sistem dışı. “Siz” diye hitap edilen, “teslim ol” denilen hep Allah’ın ilminde yarattığı yapıdır. Dikkat ederseniz, hem birinci hem ikinci idraklarda Allah’tan başka ikili bir sistem var. Ama üçüncü duruşta dileyen yok. Olmadığı için o “La ilahe duruşu”dur.  
KİŞİNİN VARLIĞININ HAYAL
 OLDUĞUNU İTİRAF HALİ
Bu idrakları “ma tevfiki illa Billahi” ayetinde de fark ederiz. “Başaran ben değilim Allah başartıyor. Allah diliyor ben başarıyorum.” Böyle manalar, bu mealler hep ikilik içerir. Halbuki “ma tevfiki illa Billah; başaran yok, illa Allah” demektir. Ama bu gerçek nasıl paylaşılır ki? Bu ancak onu bilene söylenir, bilmeyene içinizden söylersiniz, yani işinizi o davranış biçimiyle, o idrakla yapar geçer gidersiniz. Size “bu işi çok iyi başardın” dediklerinde “teşekkür ederim” dersiniz ama bu idrakla, yani “Ma tevfiki illa billahi; başaran yok İlla Billah”ı içinden yaşarsın. Sistem böyle çünkü!
Kişinin Allah hakikatini ve “BEN” duygusunu tefekkürü sırasında yaşanabilecek bir halden de bahsedeyim. Kişi “Amentü Billâhi” hakikatine uygun “BEN” halindeyken “Allahım BEN sensin” diyebilir veya “sen BENsin Allahım“ da diyebilir. Hallac-ı Mansur’un bir anda “Ene’l Hakk” demesi gibi, onda böyle düşünce açılımları oluşabilir. Ama “sen BENsin” demekle, “BEN sensin” demek farklıdır. “BEN sensin” bakışı kişiyi tehlikeye götürür, çünkü “BEN sensin” demek bir iddiadır; “BEN Allah’ım” demektir ve yanlıştır. Bu nedenle, “ben Allah’ım, ben O’yum” gibi cümleler kurmak yanlıştır. Diğeri yani “SEN bensin” bakış açısı bir yorumdur, Allah’la sohbet sırasındaki bir tarzdır. “Sen bensin” diye düşünmesi, kişinin kendisinin yok olacağını, zaten yok olduğunu, varlığının bir nevi hayal olduğunu itiraf halidir.
AYETLERİN MANASINA “TEVHİD”E UYGUN BAKMALI
Allah’dan gayrı bir “ben”lik iddia edilemez denilince, şöyle bir soru oluşabiliyor: Meallerdeki “Allah yapıp edenlerin en hayırlısıdır” gibi cümleleri nasıl düşünmeliyiz? Aynı şey meallerdeki “merhamet” kelimesi için de geçerlidir, “Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir” gibi geçer. Oralara, okurken “en hayırlısıdır, en merhametlisidir” gibi kıyas eden bir mana ile değil de “gerçek merhamet edendir” gibi bir mana ile bakmak güzel olur. Sanki “Allah’ın dışı var, Allah’tan başka varlık var, başka merhamet edenler var ama Allah’ın merhameti daha büyük, en büyük merhamet O’nun” gibi bir bakış, tevhid açısından doğru olmaz. “Allahım en büyük sensin” der gibi olur ki, bu bakış açısı doğru olmaz. Onlara “tercüme hatası” diyelim desem bu sefer akla şu geliyor: Bir Arap o ayetleri okuduğu zaman acaba nasıl anlıyor? Bizim tercümemiz, yani mealimiz onun anladığından farklıysa o zaman “tercüme hatası” denebilir. Bu aslında “mana hatası”dır. Çünkü o ayeti bir Arap okuyunca, o da belki öyle anlıyor. Öyleyse ona mana hatası demek daha doğru olur. Manayı, yani tevhidi kavrayamamaktan kaynaklanan bakış nedeniyle o hata oluşur. Tevhid’i kavrasa kişi “öyle mana olamaz” der. Siz öyle bir kıyasın olmayacağını fark ediyorsunuz. Neden? Çünkü o mana paylaştığımız ana konuya, yani tevhid anlayışına uymadı. Siz meal yazsanız öyle yazmazsınız. Ama yazan tevhidi yeterince kavrayamamışsa öyle yazar. Bu kavrayamayışın ipuçları başka ayetlerde de görülür. Onlara da siz tevhide uygun mana ile bakın inşaAllah.
FARKLI OLAN HAKİKAT DEĞİL,
HAKİKATE ULAŞMA YOLUDUR
Bu yazımıza “İyyaKE na’budu” tefekkürünün bir yanı ile başlamıştık, Fatiha tefekkürü yapılırken şu da akla gelebilir: Bizim ”İhdinas sıratal müstakiym” derken istediğimiz “sırat-ı müstakim” herkes için aynı mı, yoksa herkesin sırat-ı müstakiym’i farklı mı? Şöyle düşünürsek mutlaka farklıdır. Ama farklı olan hakikat değildir, hakikate ulaşma yoludur. Bu manada bakarsak o yolları “sırat-ı müstakim” kabul edersek mutlaka farklıdır. Bunun için, her nefs kadar yol vardır, hatta her nefes kadar yol vardır şeklinde yorum paylaşımları kitaplarda vardır. Bu insan dışındaki canlılar için de söz konusu mudur? İnsan ve insan dışı canlıların her biri için bir sırat düşünülebilir, ancak insan dışındaki canlılar kendi sünnetullahlarına tabidirler, tabi oldukları sünnetullahın seyri farklıdır. Onlar da tabi oldukları sistem içerisinde bir görevle gidiyorlar. Ama insandaki Sünnetullah farklı, insanın tabi olduğu farklı, orada farklı bir seyir hali var; dönüşü, dönüşümü farklı!
ÖNCE NEYE VE NASIL İMAN ETTİĞİMİZİ BİLECEĞİZ
Yeni bir konuyla devam edelim: Hiç düşündünüz mü acaba, biz neye ve nasıl iman ediyoruz? Şimdi biraz bunun üzerinde duralım. İman ettiğimiz şeyi, yani iman konusunu akıl ve ilimle çok birleştirmek lâzım. Elbette, aklı ve ilmi Kur’an’da “akıl ve ilim” denilince kastedilen manaya göre düşüneceğiz. Evet, imanımızı kuvvetlendirmek için “neye iman ettiğimizi” iyi bilmeliyiz ki iman kuvvetlensin. Aksi halde imanı kuvvetlendirmeye çalışmak insanın kendi kendini gaza getirmesi gibi bir şey olur. Kişi neye iman ettiğini bilmiyor, ama onu kuvvetlendirmek için kendini gaza getiriyor. Kişi iman dediğine bakıyor ki azalmış, hemen kendini gaza getiriyor. Bu yöntem faydalı mıdır? Doğru yolda olduğu için, kendini gaza getirmesi elbette faydalıdır, bu yolda ilerlemiş olur. Ama İSTİKRAR olmaz. Bu yüzden hep yorulur, bazen hızlı koşmaktan, bazen durmaktan yorulur. Ama insan neye iman ettiğini ilim ve akılla birleştirerek yakalamaya çalışırsa iman ettiği şey onda yavaş yavaş sabitleşir; tereddütsüz hale gelir ve bu iman onun hayatının önceliği haline gelir. Zaten bu olmadığı için iman ettiğimiz şey, bir türlü HAYATIMIZIN ÖNCELİĞİ olamıyor, hep lüks gibi kalıyor, başka şeyler daha öncelikli hale geliyor. Mesela, onun için salât ikame etmek öncelik olamıyor. Ondan daha öncelikli bir şeyin olmadığı fark edildiğinde ise iş işten geçmiş oluyor, çünkü artık geri dönüş yok… Onun ne kadar öncelikli olduğunu, geri dönüşü olmayan o andan önce, o noktaya gelmeden fark edebilmek için de bu soru önemli: Neye iman ediyorum? Biz “neye iman edeceğiz?” sorusuna cevap aramaya başladığımızda karşımıza ilk çıkacak şey “cehenneme iman etmek” olmalıdır, başlarken “cehenneme iman” şarttır: Cehenneme iman edip ondan korkmakla başlamak şarttır! O iman bize bir korku getirecek, bizi motive edecek. O korkudur ki bazı şeyleri yapmakta bizi diri ve canlı tutar. Kişi eğer neye iman ettiğini ilim ve akılla birleştirerek yakalamaya çalışırsa, iman ettiği şey onda giderek sabit ve tereddütsüz hale gelir, iman ettiği şey onun hayatının önceliği olur. Bu yüzden işe başlarken cehenneme iman edip ondan korkmakla başlamak şarttır. Bunu şöyle bir örnekle düşünelim: Günümüzde Doğu illerimizde nöbet tutanlar kırk elli yıl önceki gibi mi nöbet tutuyor? Kırk yıl önce orada nöbet kim bilir ne kadar rahattı? Ha doğu ha batı, fark etmiyordu. Ama şimdi, İzmir’de nöbet tutanla Hakkâri’de nöbet tutan aynı duyguda mı? Hakkâri’de nöbet tutan daha uyanık, çok daha hassas! Neden? Çünkü korkuyor! Düşman gelebilir, saldırı olabilir diye bir korku taşıyor, bu da onu daha uyanık tutuyor. İşte cehennemle ilgili de öyle bir korku oluşmalı. O korku sizi daima uyanık ve diri tutar. O korku varsa siz hayatınızın her noktasını, her anını cehennemle ilişkilendirirsiniz. Ancak böyle! Zühruf 36 ve 37. ayetleri hatırlayın: “Rahman zikrini bırakanlara can yoldaşı bir şeytan veririz, o ona karin bir arkadaş olur ve nihayet o kişi yaptıklarını doğru zanneder.” Öyle olmadığı halde kişinin KENDİNİ DOĞRU YOLDA SANMA’sı ne kadar korkunç ve tehlikelidir, ne büyük bir felâkettir. Nasıl düzelteceksin, nasıl fark edeceksin? Çünkü kendini doğru sanıyorsun! Bu doğru sanışı yüzünden önceliğinin ne olması gerektiğinin farkında değilsin.
İMAN ETTİĞİMİZ ŞEY HAYATIMIZIN
ÖNCELİKLERİNİ BELİRLİYOR
Evet, öncelik cehenneme imandır, bu imanın gereği olarak da ondan korkmaktır. Onun için kul yatarken ayet ve hadislerle öğretilen korunma dualarını okumalı, herhangi bir uyanmada tehlikeyi bilip yine korunma dualarına sarılmalı, gündüz de onları okumayı, onlarla sığınmayı hep çok önemsemelidir.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Sizden önceki hiçbir ümmete Felak ve Nas sureleri gibi bir hediye verilmemiştir.” Lütfen dikkat edin, kimseye verilmemiş bir şey size veriliyor.
Sadece bize verilmiş böyle hediyelerden birisi de Rükû’dur. Şanslıyız, Elhamdülillah…
Kısaca değindiğimiz iman konusunu şimdilik şöyle tamamlayalım: İmanın ne olduğunu ve neye nasıl iman ettiğimizi fark ettikten sonra, imana yaşadığımız dünyanın, Allah’ın yarattığı sistemin bilimsel argümanlarının tefekkürüyle de bakabilmemiz lâzım ki neye iman ettiğimizde şüphemiz olmasın, imanda kuvvetli olalım. Çünkü iman ettiğimiz şey hayatımızın önceliklerini belirliyor. Ona göre yaşıyoruz, ona göre “bizim önceliğim bu” diyoruz. O iman yüzünden önceliklerimizden taviz vermemeyi öğreniyoruz. İnşaAllah onları tek tek göreceğiz.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER