Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

ALLAH’A ANCAK TAKVAN ULAŞIR. TAKVA; “B” YOLUNDAKİ İLERLEME GAYRETLERİDİR

– 80 –

Çizimde “B” ile gösterdiğimiz yer, Allah’ın evren için “OL” dediği yerdir (OL dedi OLdu). Olanı, yani yaratılanı “B” ile gösterdik, “B” ile gösterilen yer Hakikat’in bu dileğidir. B sıfır ile gösterdiğimiz o noktadan itibaren varlıklar var, insan var. İnsan, hayatı fark etmeye başladığında kendini hayata “BEN” diyerek takdim ediyor, bu yüzden de “BEN”Lİ bir HAYAT” başlıyor. Biz bu hayatı “A” Takdim Formu” ve “B” Takdim Formu” diye ikiye ayırdık. Bu takdim noktasında insan ilkin kendini “A” takdimiyle (asi takdimle) ifade etmeye başlar. Bu takdimle “BEN” demekle, kişi idraken Hakikat’in dışına düşer! Çünkü bu idrakla “BEN” demekle o bir iddiada bulunur, ona verilmiş olan “rablık gücü”nü “kendi gücü” ilan eder. İşte bu “ben rabbim” demektir. Dolayısıyla böyle “BEN” demek “ben rabbim” demektir. Onun rablık sınırı, ona verilmiş olan “rablık gücü” kadardır. Kişi yaşarken onu daha da kuvvetlendirmeye çalışır. Mesela Tibet’e, oraya buraya gidip bazı bilgiler öğrenenler veya Hint felsefesi içerisinde yetenekler kazanmaya çalışanlar, meditasyonla sakin olmaya gayret edenler, o tür yöntemlerle gelişeceğini sananlar hep bu “A” yapıyı kuvvetlendirirler, doğal olarak da tanrılıktan hiç kurtulamazlar. Onların yaptığı, “A”nın beş duyuyla sınırlı yeteneğini gayretleriyle kuvvetlendirmeye çalışmaktır. O gayretler tamamen “A“yı kuvvetlendirmek içindir. Ve “A” ne kadar kuvvetlenirse cehennemdeki mertebe, cehennemdeki azap da o kadar kuvvetli olur. Çünkü CEHENNEM muamelesi, kişinin oluşturduğu rablıktan kurtulmasını, o rablıktan sıyrılmasını sağlayacak muameledir. Rablıktan sıyrılma olmuyorsa o muamele ebedidir. “Ama onlar çok iyi insan oluyorlar” diyenler oluyor. Doğru, hümanist tanrı oluyorlar! Ama çok iyi olmaları onları hiçbir zaman tanrılıktan da cehennemden de kurtarmaz!
TARİKAT; O KONUDAKİ MÜREKKEP YALAMIŞLIKTIR, İLİM TAHSİLİDİR. TARİKÂTTE OLAN ALİMDİR. PEKİ YA HAKİKÂTTE OLAN?
Hep tanrı olarak kalacak karakterlerden birisi inançsızlardır. “BEN” diyen kişi inançsızsa, bir şeye inanma ihtiyacı duymuyorsa “BEN” demekle oluşturduğu dünyanın tek tanrısı kendisidir. Bir inancı olmayan tam bir tanrılık ilan eder. Bir de bir şeye inanmak isteyen bir karakter var. O kendi uydurduğu bir varlığa inanır. İnandığı şeye çevre ne diyorsa ona öyle bir isim takar. Mesela, müslümansa ve ibadetlerle meşgulse, ötesinde oluşturduğu (uydurduğu) imaja “Allah” adını verir! Bu iki grubun ikisi de nefse zulüm halidir ve bu nefse zulüm, dünyada da ahirette de “âmâ/kör” olanların nefse zulmüdür, bunlar Efendimiz’in cennetle müjdelediği nefse zulüm tipi değillerdir.
Bu noktada, konuyu bir soruyla hafif değiştirir gibi yapalım. Soru şöyle: Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin bir ifadesinde “şeriat namazı, tarikat namazı veya şeriat zekâtı, tarikat zekâtı” gibi tasnifler var, “asıl zekât sevaptan vermektir, yaptığı işin sevabından vermektir, asıl buna ulaşmak lazımdır” diyor. Sevaptan zekât nasıl verilir? Nasıl bir şey bu?
Elbette, o ifadenin önü ve arkası da önemli, konu oraya gelinceye kadar bir şey anlatılmıştır veya sonrasında devam eden bir mana vardır, oralara bakmadan yorum yapmak yanlış olabilir. Bir de, tercüme edilirken kelimeler yeterince yerine konulamamışsa mana noksanlıkları oluşabiliyor. Ama bütün bunlara rağmen nasıl anlamalıyız? Bir şeyi doğru ve kolay anlamak için ölçü, daima tanrı kriteriyle bakmak olmalıdır. Bu bakışla, orada şeriat diye bahsedilen işin şeklidir. Kişi taklit ehli olmaktan kurtulduğu ölçüde şeriat halinden tarikata gelir. Taklitten tam kurtulamasa bile, kurtulduğu ölçüde tarikat idrakına geçer. O bahsedilen tarikat hali ise ilimle yoğrulmak demektir. Tarikattan sonra da hakikat hali gelir. Hani bir sıralama vardır, Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet diye, bu sıralamanın yapıldığı zamanın anlatım tabirlerine göre o kavramları şöyle düşünebiliriz: Oradaki şeriat ifadesi, tamamen taklidî olup sebep ve sonuç ilişkisi olmayan, çok körü körüne yapılan, bu yüzden de bazen fanatik ve radikal sonuçlara ulaşan bir hayat tarzını işaret eder. O hayata tarikat karıştığında kişi bir şeyler bilmeye başlar, bildikleriyle yaşamak başlar. Biliyor, ilişki kuruyor, ayet ve hadislerde okuduğu mananın bir adım ötesine de gitmeye çalışıyor. Tarikat diye bahsedilen şey aslında, mürekkep yalamışlık denilen şeydir, günümüzde üniversiteye gitmişlik denilen statüdür. O zamanın konumuzla ilgili üniversitesi, yolu, bilimi tarikat kelimesiyle ifade ediliyor. Günümüzde tarikat denilince anlaşılan manada değil. O konuların bugün üniversitede anlatılıyor olduğu halin adı tarikattır; o konudaki mürekkep yalamışlıktır, ilim tahsilidir. Üniversitede ehil bir hocanın bulunması, bir bilenin yol göstererek anlatması, bilerek anlatan birisi sayesinde bir şeyler öğrenmeye başlamak, öğrendiklerine göre yaşamaya başlamak hali tarikattır. Hakikat nedir? Hakikatte artık öğrendiklerinin ötesine geçmiş olursun. Hatta kolay anlaşılsın diye şöyle tarif edelim: Şeriatte kişi sırf şekille meşguldür, “B” imanı gereği değil de taklitle meşguldür. Tarikata gelince öğrenme ve âlimlik başlar, bu yüzden tarikatta olana “ilimle meşgul olan” manasında âlim diyebiliriz. Artık işe “bilmek” karışıyor. Bu nedenle, âlimin söyledikleri kendisinden yukarıdadır denir. Yaşantısını değil de bilgisini söylediği için, bir şey söylerken kurduğu cümleler kendisinden yukarıdadır. Kendisi o cümlelere ulaşmak için çalışıyordur, gayret ediyordur ama o cümle onun amelinden, onun yaşantısından yukarıdadır. Şeriat ve tarikat ehli böyle, hakikat ehli nasıl? Hakikat ehline de arif diyelim. Hakikat ehli olan arifler “Ârif” ve “Ârif-i Billâh” diye ayrılır. Biz şimdi sadece arifin halini tarif edelim: Ârifin hali söylediklerinden, anlattıklarından yukarıdadır, onun böyle bir yaşantısı vardır. Fark edebildiniz mi? Dolayısıyla, şeriat ehlinin vermesi farklıdır, tarikatta olanın yani âlimin vermesi farklıdır, hakikat ehli Arif’in ve Arif-i Billah’ın vermeleri farklıdır. “Şeriat zekâtı, tarikat zekâtı, asıl zekât sevaptan vermektir, yaptığı işin sevabından vermektir, asıl buna ulaşmak lazımdır” gibi ifadelerin geçtiği o literatüre göre, demek ki şeriat kısmında tanrılığını ilan etmiş biri veriyor. Veren ve verdiği için kendi kendini takdir eden biri var ve o takdir bekliyor. En azından içinden sessizce kendisini takdir eden biri var. Bu haldeki mütevazilik bile takdir beklemektir, kendisini tanrı ilan etmiş kişinin mütevaziliği de tanrılıktır. “B” halinin mütevaziliği ile “A” halini yaşayan birinin mütevaziliği arasında hiç ilişki yoktur! Tarikat kısmındaki verme öyledir, orada da ikilikten kurtulmamış bir verme vardır ama şöyle: “Allah bana veriyor, ben de veriyorum” şeklinde. Bu da henüz ikilikten kurtulamamış bir pozisyondur. Ama hakikat halinde iş değişir, orada ESAS VERME yaşanır. O idrakta ayrıca veren biri yoktur! Allah birisine veriyor, o da başkasına veriyor pozisyonu kalmaz. O pozisyonda görev gören ancak enerjilerdir, yapılanlara sahip çıkacak birisi yoktur. Kişi ortadan kalkar! Veren kişiler yok, enerji aktarımları vardır. Enerji aktarımları faydalı yöndeyse, biz onlara kolay anlaşılsın diye sevap deriz. Bir örtücü idrak varken o enerjiyi örtüyordu, o enerjiye “BEN” diyordu. O kalktığı zaman enerji salt kalır, sevap diye bahsettiğimiz işte o nurdur. Birisi çıkıp “o güç benim” demediği için o nur sevaba dönüşür. Bu idrak ile yaşanan olaylardaki enerji akışına, belki “sevaptan vermek, sevabından vermek” deniyor olabilir. Bazen “namazlarınızı bile bağışlayın” cümlesini de duyabilirsiniz, o biraz farklıdır. Ondaki kasıt, sevap kazanacağım diye ibadet yapmayındır! Yani salât ikamesi “sevap kazanacağım” diye yapılmaz demek isteniyor. Çünkü “sevab kazanacağım” diyen ve o işi yapan bir tanrı var, bir varlık var. Eline sevab kasasını almış, çantayı doldurmaya çalışan bir tanrı var, o tanrıdan kurtulmak istiyorsan sevab iddiasında olma, sevap peşinde olma deniyor. Hep anlaşılması çok önemli olan şey tanrı/tanrılık! İnsan, tanrıyı terk etmeden bunları terk ederse, bu sefer de “sevap peşinde koşmayan tanrı” olur. Sevab peşinde koşmaz ve der ki hakikaten bana bir şey kalmadı, hepsini verdim. Tanrı hepsini dağıttı, kendine bir şey kalmadı. Bütün mesele o tanrı imajından kurtulmaktır! O tanrı var olduğu sürece olmaz… Mesela bazen denir ki az yiyeceksin veya bağlamalı oruç tutacaksın. Kişi de bağlamalı oruç tutar. Sonra da arkadaşına veya kendine der ki; üç gün bağlamalı oruç tuttum. O üç gün aç duran tanrıdır. Onun orucuna kimin ihtiyacı var? Tanrı aç kalsa ne olur ki! Uykusuz kalsa ne olur? Uykusuz kalıp yorgun düşen tanrı olur, aç kalıp zavallı düşen tanrı olur. Eğer aç ve uykusuz kalmak, fedakârlık yaparak bir şeyler yapmak kişinin tanrılığından kurtulması için ona bir zemin hazırlamıyorsa, o yaptıklarıyla kişi kendini takdir eden daha kuvvetli bir tanrı olur ve şöyle der: Ben artık üç gün aç durabiliyorum, ben uykusuz durabiliyorum… Hiç önemli değil! Hep tanrıya ait yeni güçler! Yeni güç kazandın, eskiden oruç tutamıyordun, şimdi üç gün bağlamalı oruç tutuyorsun. Güç kazandın, güçlenmiş tanrı oldun! Kendini sevişini fark et! Sen şimdi “üç gün aç duruyorum, aferin bana” diyen, aç duran tanrısın. Hac-37 der ki: “Kestiklerinizin kanları Allah’a ulaşmaz, ancak takvalarınız.” İstediğin kadar aç kal, açlığın Allah’a ulaşmaz. Uykusuz kal, uykusuzluğun Allah’a ulaşmaz. İstediğin kadar yalnız kal, yalnızlığın Allah’a ulaşmaz. Neyin ulaşır? Ancak takvan ulaşır. Peki, takva nedir? “B” yolundaki ilerleme gayretleridir. İşte bu ulaşır. Çünkü o bir yere giden ve Allah’a ulaşan bir şey değildir. O hal illa Billah’tır; Kendisi’dir, o yüzden ulaşır. Aksi halde, Allah bir yerde ve yaptıkların O’na ulaşıyor değil, senin o halin Allah tanımının içinde olduğu için ulaşıyor.

HİSSETMEK VE MUHTARİYET-80-

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER