Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 37

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 30 Temmuz 2018 Pazartesi 13:24:09
 

Bu yazıyla birlikte artık Fatiha’nın 5. ayetindeyiz: “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn.” Bu ayet iyi anlaşıldıktan sonra ilerlemek çok önemli, çünkü bu ayet bir başlangıç! Bugüne kadarki tüm paylaştıklarımızla aslında biz bir başlangıç çizgisine gelmeye çalıştık. Bu tefekkür paylaşımlarını tam kavrayan birisi ancak başlama çizgisine gelmiş olur. İnşaAllah o çizgiye geldiğinizde, o noktaya gelen için çok önemli bir şey vardır: Algı. Bizi şuan algımızın yönettiğini, ne zaman algıyı biz yönetirsek o zaman başarılı olacağımızı, Aşağıların Aşağısı yazılarımızda paylaştık; “Kurtuluş Yolu”nu anlattığımız son kısımlarında bunu detayıyla okuyabilirsiniz. Algımızı Billâhi anlamda tutabilmek için de bu yazıları biraz uzun tutuyoruz, çünkü birlikte tefekkür edip ders yapar gibi düşünüyoruz. Bu yazıları okuyup dışarıdaki hayata baktığınızda, o hayta girdiğinizde göreceksiniz ki hayatta da bir ders var, dışarıda da bir ders devam ediyor. Dışarıdaki yaşantıda devam eden ders, kurtulmamız gerekir dediğimiz algıyı kuvvetlendirecek ders! Dışarıda o devam ediyor. İşimiz bu kadar zor. İnşâAllah Rabbim kolaylaştırır, zafer ve başarı nasib eder. Normal hayattaki ders bu yazılarda paylaştığımız dersten maalesef daha baskın, daha cazip. Dışarıdaki dersin cazibesine kapılmamak lazım, esas mesele o. Bu fark edilirse, sürekli “Lâ ilahe İllallah” algısında yaşama telaşı ve çabası başlar.
“La ilahe illallah” yaşantısının gayreti, çabası çok önemli bir zikrullahtır. Lâ ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi en önemli zikrullahtır, fakat tefekkür ederek söylenirse. Sadece söylemenin de sevabı var ama şöyle: Çok önemli, çok değerli bir mücevheri taşıyan birisini düşünün, ne taşıdığından haberi yok, kuryelik yapıyor, bir yerden alıp bir yere götürüyor. Taşıdığı önemli olduğu için elbette taşıyan da önemli! Önemli bir şeyin kuryeliğini yapıyor. Ama kurye! Ne taşıdığından habersiz! Kelime-i Tevhid’in ne demek istediğini kavramaz ve onu hayatımızda fiillere çevirmezsek kurye gibi oluruz. Elbette kuryeye de ücret verilir, çünkü değerli bir şey taşıyor. Ama bizim tâlip olduğumuz bu değil. Biz Kelime-i Tevhid’in hayatını yaşamaya tâlibiz, kuryeliğine değil. Öyle olunca mânâsını bilmek, o manaya sahip olmak, hatta o olmak önemli. Bu bakışla, “iyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” Kelime-i Tevhid’e ait bilgileri kuvvetle içermektedir. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” bir idraktır. Bu idrak, insanların soracak birini bulamadıkları, bulsalar sormaya çekindikleri, sordukları zaman tatmin edecek cevaplar alamadıkları kader konusunu anlayabilmenin temelini de oluşturur.
Biz “iyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” âyetinin bizim için değerini bilmiyoruz, Rabbimiz tarafından öğretilmiş söylemlerin öneminin çok farkında değiliz! Ve bu çok doğal! Önemini bilerek doğsak, öyle yaşıyor olsak uğraşacak bir şey kalmaz. Bu yüzden görevimiz o önemi anlamaya çalışmak. Önemi bilinmeyince Fâtiha okumak nasıl düşünülüyor bakın: Hayr yapacak bir şahıs gördüğünüzde cebinizdeki imkâna göre ona bir şey verirsiniz ya, işte biz “Fâtiha okuyalım” denince böyle bir şey verir gibi Fâtiha okuyoruz, Fâtiha okumayı böyle sanıyoruz. Onun değerinden, cümlelerinin ne ifade ettiğinden çok haberdar değiliz. Okudun mu? Okudum. Ama bu çok basit bir Fâtiha’ya yaklaşma biçimidir. Biraz uç bir örnek ile bunu tefekkür edelim. Fâtiha’yı ezberlemiş önemli bir kişi bir cenazeye katıldı. İmam efendi “El Fâtiha” dedi, o da Fâtiha’yı okudu. Önemli kişi olduğu için onunla röportaj yapıyor olalım. Sorduk: Ne okudunuz? “Fâtiha okudum” dedi. Ama yaşantısı Fâtiha’ya hiç uymayan birisi, hatta Fâtiha’da önerilen yaşantının düşmanı. Ama Fâtiha okudu. Dedik ki “Fâtiha okurken siz bir talepte bulundunuz, “Allahım beni indinde doğru olan yola ilet” dediniz.” Terlemeye başladı, “nereden çıktı, öyle bir şey mi söyledim?” dedi. Talep ettiği şeyin farkında değil. Hatta Rabbim lûtfetti, ona gelip bunu soran bir melek. Dileğini hemen yapacak, yani Fâtiha okurken talep ettiği hal önüne ikramiye olarak gelmiş. İşte o kişi böyle olsa bile onu istemez. Ama Fâtiha’yı alışkanlıkla okuyor(uz). Farkında değiliz. Elbette sadece okumakla oluşan da bir sevap var. Hem bu sevabı anlamak hem de algımızın Rahmâni yani Hakk yoldaki gerçeklere ve Billâhi anlamda îmana uygun olabilmesi için bir örnek verelim. Zorluğumuz algıyla alakalı olduğu için örneklerle anlamaya çalışmak, çok düşünmek, çok hayallemek ve çok tekrar gerekiyor. Hristiyanlar Hz. İsa aleyhisselâm’a “Allah’ın oğlu” dedikleri için Meryem Sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur: “Öyle bir iddiada bulundular ki neredeyse yer yarılacak, gök delinecek, dağlar fırlayacak.” Bu iddia nedeniyle anlatılan manzara kıyâmetin tanımı gibi. Demek ki iddiaları o derece sakıncalı ve Rabbimiz o derece razı değil. Hz. İsa aleyhisselâm’a Allah’ın oğlu demek, onu tanrı ilan etmek böyle bir günah. Buna mukabil bize “Lem yelid ve lem yûled; doğurmamış ve doğurulmamıştır” âyeti öğretilmiştir ki, bu âyeti söylemek en azından o günahın karşılığı bir sevaptır. İhlâs Sûresi’nin “Lem yelid ve lem yûled” âyetini tasdik ederek söylemenin sevabı, en azından o iddiayı dengeler düzeydedir. Kıyâmeti koparacak gibi bir günah ve onun zıddı bir sevap! “Lem yelid ve lem yûled” demekle oluşan en azından budur. Kur’ân’dan öğrendiğimiz şu kuralı da hatırlayalım: Mü’min bir iyilik yaparsa en az on kat sevab alır. Öyleyse bu sevabı en az onla çarpalım. Ayrıca, Mescid-i Nebevî’de binle, Kâbe’nin yanında yüz binle çarpalım. Sadece o bir âyeti tasdikle edinilen sevap budur. Rabbimizin merhametini görün! Sûrenin tamamını söylemek çok daha başka. Bu sadece bir âyeti. Farkında değiliz, söyleyip geçiyoruz. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”i de sadece söylemenin, evrende büyük bir sevabı var ki anlayabilmemiz mümkün değil. Allah katında öyle makbul bir sığınış! “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” demenin değeri asıl ne zaman anlaşılır, onu bir örnekle görelim: Cebinizdeki paranın kıymeti ne zaman anlaşılır? Alışverişe gittik ama cüzdanı unutmuşuz. Sepeti doldurduk, ihtiyaçlarımız akla geldi bir sepet daha doldurduk. Kasaya geldik ki cüzdan yok, başka belge da yok. Birden değerini anlarız. Doldurduklarımız boşa gitti, hepsini bıraktık. Kasada anladık ki esas mesele belgemiz. Oysa hayatta rastgele yaşayarak “şunu da bunu da” diyerek sepeti dolduruyoruz. Unutmayın, dünyada/markette dolaşırken serbestsiniz, “şu da, bu da” deyip sepeti doldurabilirsiniz. İnsan cebine göre değil de kafadan yorumlarla sepeti dolduruyor, “bana göre” diyerek yaşıyor. Ama Mâliki YevmidDiyn’in karşısına geldiği zaman bakacak ki belge yok.
“Sadece sana kulluk eder, sadece senden yardım dileriz.” Böyle meâllendirilen “iyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” ayeti dünyada ve ahirette işimize yarayacak önemli bir belgedir; hesap günü sadece bu geçerlidir. Oysa bunu söylüyoruz diye dünyada kimse “aferin” demiyor, hatta kınayanlar var. Onu gerçek söyleyenlerin seçilebilmesi için dünyada böyle olması lazım. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”in nasıl önemi, geçerli tek belgenin Kur’ân, geçerli tek şeyin îman olduğu o gün belli olacaktır. Akıllı olan önemini burada fark edebilmeli. Özellikle salâtlarımızda “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” derken en azından çok önemli bir şey söylediğimizi bilmek lazım. Fâtiha’yı bitirdiğini “Âmîn” dediğinde fark eden hali azaltıp, yok etmeliyiz, önemli bir şey söylediğimizin farkına varmalıyız. Paylaştığımız konuları ve Fatiha’nın mânâsını idrakımızda nanoteknolojik bir molekül haline getirmeliyiz. Bütün o mânâları hızlıca düşünüp o hale bürünen, o öneme ve oradaki mânâya göre boyun büken bir hale ulaşmak çok önemli, bir rekâtta bile olsa bunu başarmaya gayret edelim. Yaptıkça Biiznillah kolaylaşacaktır. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” derkenki mânâya uygun boyun bükebilmek lazım. O boyun büküklüğünün mükâfatı hem yaşarken hem ahirette fazlasıyla alınacaktır inşâAllah.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” derken çoğul fiil kullanıyoruz; “sadece sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.” Bu çoğul hali biraz tezekkür edelim. Biz duâ ederken genellikle tekil cümleler kullanırız, ama bu ayette çoğul kullanılmış: Biz. BİZ Kur’ân-ı Kerim’de çok geçer ama kaynaklara baktığımızda “BİZ”in çok kavranılamadığını görürüz. Neden? Rütbeler çok yüksek gibi de olsa “Lâ ilâhe İllallah” Kelime-i Tevhidi anlaşılamadığı için! Kelime-i Tevhid’in kuryeliği yapılıyor, kişi sırtında ne taşıdığını bilmiyor, mânâlar çok fazla fark edilmiyor. Ama önemli bir şey taşıyor. Sırtındaki önemli olduğu için kişi de önemli. Ama kurye. Oysa La ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi’nin mânâsını biraz fark etsek Kur’ân’ı ve hadisleri anlamaya hemen başlarız. Onları anlamak için bir rütbe gerekmiyor. Kur’ân, yüksek tahsil yapanların anlayacağı, sıradan kişilerin anlamayacağı bir şey değildir, kesinlikle. En sıradan kabul edilen kişi okusa, o da anlar. Önemli olan doğru gözle okumak. Rum Sûresi 30. âyet bize, ona hanif olarak yaklaşmamızı önerir. “Hanîf gözle bakmayan Kur’ân’ı mümkün değil anlamaz. Kur’ân’a, hadislere, sisteme, İslâm’a hanîf idrakla yaklaşın” der.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”deki bu çoğul kullanımı tefekkür için, ona en zâhir noktadan bakalım: “BİZ” deyince müslümanın aklına cemaat gelir. Cemaat halini düşünerek “İmam efendinin arkasında saf tuttuk, cemaat olduk” deriz, işte cemaat (biz) odur.
İslâmiyet’in bir mânâsı teslimiyettir, bunu Bakara Sûresi 208. âyetten öğreniyoruz: “Silm’e girin (sevgi ve barışa teslim olun).” Bu teslimiyet, elbette Allah’ın sunduğu barışa teslimiyettir. İnsanların uydurduğu, menfaatler üzerine kurulu barış sistemine değil. Allah’ın sunduğu, teslim olduğumuz o barış sisteminin ismidir İslâm. Ona teslim olduğunuzda müslim olursunuz. Teslim olmayı en üst seviyelerde yaşayabileceğiniz hal, en azından o havuzda bulunabileceğiniz hal cemaat hâlidir. Ama şu bilinmelidir: Cemaat yan yana gelen insanlar demek değildir, teslimiyetin yaşanması gerekiyor. Onun en üst noktalarda yaşanması sevabının elde edilebilmesi cemaatle çok ilişkilidir.
Cemaatin en uç noktaları Efendimiz (SAV) in savaşlarında yaşanmıştır. O savaşlar mü’minler için öyle bir cemaat ve öyle bir teslimiyettir ki… Oradaki hallerin her biri bir nefs mertebesinin bir anda oluştuğu hallerdir. Bir ömür ulaşıp elde etmekte zorlanacağı nefs hareketlerinden bir kıpırdamayı kişi daha “Ben Rasûlullah (SAV) ile birlikte savaşa gideceğim” derken yaşar, o teslimiyetle savaşın içerisinde bir anda o hâle girmektedir. O savaşta şehid olmanın mânâları farklıdır, gâzi olmanın mânâları farklıdır, hamlelerin mânâları farklıdır. Hamle deyince, hamleyle nasıl iç içe olduklarını Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin savaştaki şu hâlinden biraz anlarız. Hepimizin bildiği, çok da hoşumuza giden bir kıssa: Hücûm ettiği müşrik hakâret edip ona tükürünce Hz. Ali efendimiz kılıcını geri çekiyor. Çünkü bir anda hâlinin değiştiğini fark etti. Bu fark edişle “az önce seni Allah rızası için öldürecektim ama şimdi kızdım. Vurursam kendim için vurmuş olurum” deyip vazgeçiyor. Bu olayı fark eden kişi de sonra İslâm’ı seçiyor. Ama asıl nokta şudur: Onlar savaşta böyle bir nefs mücadelesinin içerisindedirler. Cemaat farklı bir şey…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER