Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

İNŞİRAH YAZILARI – 26 – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 25 Şubat 2019 Pazartesi 13:39:22
 

Ayetlerle uyarıldığımız “Müstakilen Varım ve Muhtarım” halinin üç önemli özelliği var: Güç iddiasında bulunmak, hüküm vermek ve mülk sahipliği. Bunları Kur’an’dan öğreniyoruz.
Lukman Sûresi 11: “Bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana duniHİ (algıyla Ondan başka var zannettikleriniz)in ne yarattığını? Hayır, gösteremezler. Zalimler apaçık bir dalalet içindedir.”
Bu ayet, “müstakilen varım ve muhtarım” yani “ben tanrıyım” diyenlere meydan okuyor.
“Ben tanrıyım” yaşantısında olan diyor ki benim özgür gücüm var, hüküm verebilirim ve mülküm var, mülk sahibiyim. Bu mülkü biraz açalım. Mülk ev, para, pul değildir. Esas mülk bedendir. O bu yüzden bedene sahip çıkar, “bu beden benim mülküm” der. Diğer mülkler bedenin oyuncakları zaten. “Bu beden benim” dedin mi diğerleri onun oyuncakları olur. “Bu beden benim, istediğimi yaparım” diyemezsin, bedenle her istediğini yapamazsın. Sahibi ne diyorsa onu yaparsın. Eğer Allah’a inanıyorsan böyle!
Lukman-11’de Yaradan buyuruyor: Bu Allahın halk edişidir. Gösterin bana Ondan başkasının ne yarattığını? Hayır gösteremezler. Zalimler apaçık bir dalalet içindedirler.
Yaratmak gücün en önemli göstergesidir, güç sahipliğinin en önemli göstergesi yaratmaktır. Demek ki Allah’tan başkası bir şey yaratamaz. İşte bu uç noktadan yola çıkarak ayet bize diyor ki; “Allah’ın dûnunda bir şey yoktur. Varım diyenin de gücü yoktur. Güç İlla Allah’a aittir.” Bu gerçeği sürekli tekrar ettiğimiz ve tekrar etmekle sadaka sevabı aldığımız bir zikir vardır: Ve la havle ve la kuvvete illa Billahil Aliyyil Aziym. Bu zikirde söylediğimiz hep bu: Bir güç, bir kuvvet yok, böyle iddialar yok, İlla Allah. “Ve la havle ve la kuvvete illa Billahil Aliyyil Aziym” böyle bir zikir.
Bu ayette bir de şu var. Hani bazıları “yaratmak” fiilini kullanır ya, işte onun ne kadar tehlikeli olduğunu öğreniyoruz. Yaratmak Allah’a aittir. Bununla ilgili yaşanmış çok önemli hayat hikâyeleri var… “Ben o manada söylemiyorum” diyen de kimseyi kandırmasın.  Yaratmak doğrudan Allah’a aittir, o Allah için kullanılabilecek bir fiildir. Eğer siz insan için “şöyle yaratıcı fikirleri var, bu onun yarattığı bir ürün” gibi laflar ederseniz, Lukman Sûresi diyor ki; “kim ne yaratmış gösterin bana. Hayır, gösteremezler.” Demek ki ya bu ayeti seçeceksin ya başka yeri. Ayet çok açık…
“Bende yaratan da Allah, ben yaratmak fiilini o yüzden kullanıyorum” diyenleri bazen duyarsınız. Bu mütekebbirliktir. Kendisindeki “BEN” duygusuna o kadar sahip çıkıyor ki “Bende yaratan O” diyor. Kendisi bu kadar önemli! Allah’ın yaratması için o lazım, o olmazsa yaratamaz. “Bende yaratan kim? Bu yüzden, yaratmak sözcüğünü rahatlıkla kullanabilirim” diyor. Bu da bir şirk yoludur. Lukman Sûresi öğretiyor ki “Yaratmak Allah’a aittir; güç Allah’a aittir.”
Mü’min Sûresi 20: “Allah Bil Hakk hükmeder. Onun dûnunda çağırdıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Muhakkak ki Allah Semi’ul Basıyr’dir.”
Ayet “hükmeden ancak Allahtır”ı öğretiyor. Diyor ki; tanrılık iddiasında bulunanlar hiçbir şeye hükmedemezler. Hükmeden ancak Allah’tır.
Nur Sûresi 42: “Semaların ve arzın mülkü Allah’ındır ve dönüş Allah’adır.”
Bu ayetle de bize mülkün Allah’a ait olduğu, “O’nun dûnunda tanrıyım” diyenlerin mülk sahibi olmadıkları öğretiliyor.
Böylece, Mülk, Güç ve Hüküm üçlüsünün nasıl tanrıya ait bir sahip çıkış olduğunu ayetlerle görmüş olduk. Peki, sonuç ne? Bütün bu anlatılanlardan sonra insanlar ne yapar?
Sonuç, Yunus Sûresi 106. ayette söylenir: “Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a iman eder.”
Lütfen dikkat edin “onlar” dediği, iman etmeyenler değil. İman etmeyenlerin yüzdesi zaten belli, bu hitap “inanıyorum” diyenler için: Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a iman eder. Yani onların ekserisi bu paylaştıklarımızın farkında olmadan “Allah’a inanıyorum” derler. Bu anlatılanları fark etmezler ama “Allah’a inanıyorum” derler.
Kur’an’ın öğrettiği bir başka kelimeyle devam edelim: İhbat. Kur’an bize kalbi ihbat edenleri, muhbitleri, Rabbine ihbat edenleri öğretir. Hem öğretir, hem de onları müjdeler.
Hac Sûresi 34 ve 35. ayetler: “Sizin ilahınız İlahun Vahid’dir, o halde O’na teslim olun. Muhbitleri (Allah’a teslim olmuş, boyun bükmüşleri) müjdele. Onlar ki, Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer. Onlar, kendilerine isabet eden üzerine sabreden ve salâtı ikame edendirler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de infak ederler.”
Allah muhbitleri müjdeliyor, “onları müjdeleyin” diyor. Neden? Çünkü onlar korktular, korku ve korunma işini hallettiler. Bu yüzden “müjdeleyin” deniyor. Kimi? Muhbitleri yani şu özellikte olanları: Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer, kendilerine isabet edenler üzerine sabrederler, salâtı ikame ederler ve kendilerine rızk olarak verilenlerden infak ederler.
“Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer” ne demek? “Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer” ifadesindeki korku, havf ve haşyet olarak değil de “vecel” olarak geçiyor, bu korku vecel ile tarif ediliyor. İleride belki sırf bu korkuları detaylı ele alırız inşaAllah. Şimdi bir temel oluşturalım diye bahsediyoruz. Daha önceki yazılarımızda “haşyetullah”ı ve “havf’ı” tanımladık. Ayetteki “vecel” onlardan farklı bir korku. Öyle bir korku ki saygı içerir. Vecel yüksek saygıdan kaynaklanan korkudur. “Havf ve reca” halindeki havf (korku) kelimesini sadrın İslam nuruyla nasıl onarıldığını anlatırken kullandık. Sadece sadırda değil, Kalb, Fuad ve Lüb’de de etkili olan daha çok havf ve reca yani korku ve ümit üzerine bina edilen korkudur ki ona havf ve reca hali diyoruz. Vecel yüksek saygının oluşturduğu korkudur, o saygının getirdiği titremedir. Normal hayatta bunu yaşarsınız. Çok saygı duyduğunuz bir yönetici veya bir insanı görünce ürker, ürperir, bir titrersiniz. Korktuğunuz için değil. Size herhangi bir şey yapmayacaktır ama saygıyla ilgili bir titreme hissedersiniz. Vecel ayetlerle ilgili bir hali anlatır. Havf ise tanımladığınız bir olaydan korkmaktır. Tanımladığınız bir iş veya başınıza geleceğini bildiğiniz bir şey vardır, o işten korkmak havf’dır. “Şu iş, şu günah, şu olay, şu yaşantı” diye korktuğunuz bir şeyi tarif edersiniz ya, havf işte öyle bir korkudur. Haşyet ise sizde Allah ilminin oluşturduğu duygudur; sizde Allah ilminin oluşturduğu duygunun adıdır haşyet.
Şimdi, bu konuda önemle vurgulanması gereken ve kişiyi Rabbine ihbat ettirecek, yani muhbit yapacak, boyun bükmüş yapacak önemli bir şeyi paylaşacağız. Bu kavramların her birinde önemli olan dengedir. Dengeli yapmadığınız takdirde bu tarif edilen halleri başaramazsınız, havf ve reca yani korku ve ümit dengesini kurmayı öğrenmek gerekiyor. Vecel’deki saygı ve korku da dengede olmalı. Yani saygı kadar korku olmalı. Havf ve reca’da da korku ve umut dengeli olmalı; korkuyla ilgili olarak tanımladığınız şeyin karşılığı kadar umut taşımalısınız, mutlaka. Korku fazla olursa ruh dengeniz bozulur. Ümit fazla olursa amelleriniz bozulur. Bir denge olmalı ki hiç biri bozulmasın. Ama bu denge için mutlaka korkuyu teşvik etmelisiniz. Korku ne kadar az olursa dengeyi o kadar iyi sağlarım fikri doğru değildir. Korkuyu ve ümidi yükselterek oluşturulacak denge doğrudur. Ne kadar yüksek korku, o kadar yüksek umut. Korku ve umudu dengede tutabilmek ancak muhbitlerin (Allah’a boyun büküp teslim olmuşların) başardığı bir iştir, bu dengeyi başarabilmek onlara aittir. Haşyette denge ise Allah hakkındaki ilminizle ilişkilidir; ne kadar ilim o kadar huşu; ilim kadar huşu yaşarsınız, ilminiz artıkça haşyetiniz artar. Bu yüzden sizdeki Allah ilminin oluşturduğu duygunun bedeninize mutlaka yansıması gerekir. Ne kadar haşyet duyuyorsanız o kadar huşu duyan bir beden oluşmalı. Bu denge de önemlidir. Diyelim ki birisi size gelip haşyeti anlatıyor, ama halinden de hiç haşyet duyduğu belli değil. O zaman onda “ilim huşu dengesi” yok demektir. Hiç halinden belli değil, anlattığın bu ilim nerene yansıdı dersiniz. Birisi gelip size sağlıktan bahsediyor, ama ilk molada elini sigaraya atıyor veya başka zararlı şeylerle meşgul, yaşantısına bakıyorsunuz hiçbir şeye dikkat etmiyor, “o zaman bu bilgi neye yarar?” demez misiniz? İşte haşyette de öyle. Ne kadar Allah ilmi varsa o kadar huşu yaşanır. O ilmin size yansımış olan huşusu kendiliğinden görülür; o huşuyla durmak ve yaşamak çok önemlidir. İşte ayette müjdelenen o muhbitler (Rabbine ihbat edenler, Allah’a kalbi ihbat edenler), Vecel’de korku ve saygıyı, havf ve recada yüksek korku ile yüksek umudu dengelemiş, haşyette Allah ilmi ve huşuyu dengelemiş olanlardır.
Onlar bu hali amel olarak ilkin nerede uygular? Salâtta. Onlar bunu salâtta yaşıyorlar, bu hali önce salâtta uyguluyorlar. İşte bu gösterge, ihbat edenlerin önemli özelliğidir. O zaman kendimizi bu konuda test edebiliriz.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER