Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Misafir Kalem

İSLÂMİ FİNANSIN GELİŞİM SÜRECİ1-5 / Dr. Ersan ÖZGÜR

İslâm dini, insan hayatının sosyal, iktisadi, idari ve ticari hemen her yönünü ele alan her safhasına şekil veren bir yaşam biçimi öngörülmektedir. Uyulması gereken emirler ve kurallar hakkaniyete dayanarak insanın hem bu dünyası hem de ahiret inancı gereği öbür dünyasında huzura kavuşmasını sağlayacak dosdoğru yol ve yaşam biçimidir. İslâmi kurallar içerisinde alışveriş ve ticaretin de ayrı bir önemi bulunmaktadır. İslâmi prensipler çerçevesinde koruma altına alınan konular:
– Malın Korunması; mülkiyet hakkı tanınarak,
– Canın Korunması; kısas hakkı verilerek,
– Neslin Korunması; aile ve evlilik kurumu esas alınarak,
– Aklın Korunması; aklı gideren alkol, uyuşturucu maddeler vb. yasaklanarak,
– Dinin Korunması; vicdan özgürlüğü sağlanarak amaçlamıştır.
Peygamber efendimiz, kazanç yolları arasından özellikle ticareti tavsiye etmiş olup kendisi bizzat ticaretle uğraşarak ticaretin içerisinde yer almıştır. Ticari hayatın ahlaki değerlere dayandırıldığı İslâm inancında, ticari faaliyette bulunma ve finansal işlem yapma özgürlüğü belirli prensip ve kurallarla getirilen standartlar çerçevesinde kontrol altına alınmıştır. Bu uygulamalar aynı zamanda adaletsizliği ve haksız kazancı önlemek ve sosyal düzeni korumak üzere getirilmiştir. İslâm ekonomi anlayışı çerçevesinde Nisa Suresinin 29. Ayetinde de emredildiği üzere “Ey İman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret hâli dışında, mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin.” Ayeti gereği sözleşmelerin yapılması hususunda her iki tarafın da özgür iradesi ile karar vermesi benimsenmiştir. Şahısların hukukunu ve toplum menfaatini korumak amacıyla bazı durumlarda sözleşme yapma özgürlüğüne müdahale edilmiştir. İslâmi sosyal yaşamın asıl hedefi ferdin mutluluğu ile birlikte toplumsal refahın sağlanmasıdır. İslâm’ın ilk dönemlerinde ürünlerin piyasa fiyatlarının arz ve talep dengesine göre belirlenmesi ilkesi kabul edilmiştir. Alışveriş genel olarak serbest bırakılmış olup alıcı ve satıcı taraflar açısından kısıtlama sayılacak uygulamaların yapılmasına izin verilmemiştir. Öte yandan piyasada oluşabilecek fiyat dalgalanmaları da arz-talep dengesi kapsamında gözetilerek piyasa şartları içerisinde normal şartlarda oluşan fiyat hareketlerine müdahalede bulunulmamıştır.
Hayber’in fethi sonrası Müslüman askerler Yahudilerle altın paralara karşılık altın külçeleri değiş tokuş ettiklerinde altın paralarla daha fazla altın külçesi almaları hususunda Peygamber (S.A.V.) “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz eşit ağırlıkta ve elden ele olmalıdır. Her kim fazladan verir veya alırsa ribâya bulaşmış olur” demek suretiyle insanların adil ve şeffaf alım-satım yapmalarını işaret etmiştir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre iki tür ribâlı satış bulunmaktadır. Bunlar; fazlalık ribâsı ve kredi ribâsıdır. Fazlalık ribâsı bir başka ifade ile ribe’l-fadl, benzer türlerin değişiminde fıkhı standartların üzerinde değerinin üzerinde artış olması hâlinde söz konusudur. Ödemede herhangi bir gecikme olmaksızın saf fazlalık olursa bu fazlalık ribâsı olarak değerlendirilir. Kredi ribâsısı olarak bilinen Cahiliye ribâsı veya ribe’nnesie ise farklı türden bir şeyle satışında ödemede gecikme olursa hacim veya ağırlık açısından bir fazlalıklabirlikte değiş tokuş edilmesidir. Bu durum gecikme karşılığındaki fiyat belirlemeksizin ödemenin vadesi dolduğunda bir artış ile ödemenin ileri bir tarihe bırakılmasıdır.
İslâmi finans üzerinde çalışan kişiler arasında faiz konusunda tam bir fikir birliğine varılamamıştır. Bu durumda her görüş belli açılardan doğruları barındırmaktadır. Şöyle ki enflasyon varlığı, faizin aşamalı olarak yasaklanması, faizin ne olduğu ve hangi faizin yasak olduğu konusunda fikir birliğinin oluşmaması, bankacılık sisteminin kurulması ile kişiler arası borçlanmanın kalkması, bankacılık sistemine yatırılan mevduatın verilen borca karşılık değil biriktirilen tasarruf karşılığı alınması, borcunu ödemeyenlerin artık köle olarak satılamaması gibi konuların varlığı ve modern finansın faiz üzerine kurulu olması bu konuda tartışmaların devam edeceğini göstermektedir.
İslâm devletlerinde bankacılık hizmetlerinin ilk olarak uygulandığı dönem Abbasiler devri olmuştur. Abbasiler devrinde harp, müsadere ve benzeri şekilde durumlar dolayısıyla önemli ölçüde servet birikimi söz konusu olmuştur. Ticari konularda Yahudilerin bilgi birikiminden faydalanılmıştır. 9. yüzyıl sonuna doğru Müslüman halife tarafından gümüş dirhem tamamen altın standartına dönüştürülmüştür. Bu dönemde sikkelerin sahte olup olmadığı hakkında inceleme yapmak üzere “Şahbaz” diye isimlendirilen bankerler bulunmuştur.
Osmanlı Devleti’nde, Tanzimattan önceki dönemde mali piyasalar Yahudiler başta olmak üzere azınlıkların hâkimiyetinde olmuştur. Sarraflar para bozma işlemi ile birlikte başkalarının paralarını da işletme, poliçe alıp satma ve ikrazat işlemi yapma gibi işlerle meşgul olmuşlardır. Bu sarrafların işyerleri Galata’da bulunduğu dolayısıyla Galata sarrafları ilerleyen dönemde Galata Bankerleri adını almıştır. Osmanlı döneminde İslâmi finans ile ilgili olarak uygulama örneklerine de rastlanmaktadır. Bu yönde Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden itibaren para vakıfları uygulamaları söz konusu olmuştur. Vakıf kuran ilk Osmanlı Padişahı Sultan Orhan’dır (1324-1326). Onun İznik’te kurduğu vakıf medresenin ilk müderrisi Dâvûd-i Kayserî olmuştur. Orhan Gazi bu medresenin giderlerini karşılamak için ayrıca birçok emlak da vakfetmiştir. Sultan Orhan ile başlayan Osmanlı selatin vakıfları, diğer Osmanlı padişahları tarafından da birbiriyle yarışırcasına devam ettirilmiş, bu hizmet yarışına devletadamları ve halk da katılınca, imparatorluk topraklarında bir uçtan bir uca çok faydalı hizmetler veren vakıf eserler oluşturulmuştur. Vakıf eserler, bilhassa devlet bütçesinin zayıfladığı zamanlarda, devletin hizmet götüremediği sahalarda büyük bir boşluğu doldurmuş, âdeta birer “hizmet supabı” vazifesi görmüştür.
Osmanlı Devleti döneminde para vakıfları söz konusu olmakla birlikte para vakıflarının İslâmi açıdan meşru olup olmadığı hususunda tartışmalar yapılmasının yanı sıra yasaklandığı da olmuştur. Tartışmanın başlangıcı olarak genellikle Çivicizade’nin Rumeli kazaskerliği yaptığı sırada Ebussuud Efendi’nin risalesine reddiyesini padişaha arz ettiği ve bu reddiyede serdedilen görüşler yönünde para vakıflarının sahih olmadığını belirten ve bundan sonra amel olunmamasını isteyen bir kararname düzenlenerek meşru olmadığı gerekçesi ile para vakıflarının yasaklandığı belirtilmektedir. Çivicizade’nin reddiyesi doğrultusunda para vakıflarının yasaklanması ile başlayan süreç daha sonra Ebussuud Efendi’nin karşı tezinin kabulü ile sona ermiştir. Ebussuud Efendi’nin risalesinde vakfedilen paranın ne suretle işletileceğine dair herhangi bir tartışmaya girilmemektedir. Tartışma daha çok nukud-ı mevkufenin nasıl işletileceğinden ziyade meşruiyeti ile ilgili olmuştur. Tartışmalara sonradan katılan Birgivi ise para vakıflarının meşru kabul edilmesinden kaynaklanan bazı sakıncaları belirterek özellikle muamele-i şer’îyye uygulamasının faize yol açtığını ifade etmektedir. Ancak bu eleştirilerin 1548 yılında çıkan ve para vakıflarını onaylayan kararname ile birlikte gündemden düştüğü ve pek yankı bulmadığı anlaşılmaktadır.
Belirtilen süreçte gerek Çivicizade gerekse Birgivi’nin para vakıfları konusundaki eleştirileri para vakıflarının mudarebe veya bidaa gibi usullerin kullanıldığı bir başka ifade ile fıkıh kitaplarındaki bey’u’l-‘ıyne (muamele-i şer’îyye) usulünün kullanılması hususundadır. Muamele-i şer’îyye konusunda Ebussuud Efendi’nin ağırlığı hissedilmektedir. Bu konudaki uygulamaların genellikle onun görüşleri etrafında şekillendiği görülmektedir. Muameleişer’îyye konusundaki en önemli sınırlama muamele oranları konusunda olmuştur. Çeşitli eserlerde “ferman olunmuştur ki” , “ferman sadır olmuştur ki” gibi ifadelerle sınırlamalar belirtilmektedir. Bu hususta en çok ona on bir (%10) oranı ile muamele olunması sınırlanmaktadır. Bu yönde, Yavuz Selim, Kanuni ve III. Murat’ın kanunnamelerinde “ona on birden ziyadeye muamele ettirilmemesi” ferman edilmiştir. II. Bayezid’in İstanbul ve Edirneihtisabkanunnamalerinde ise ona on iki (%20) oranı görülmektedir. Ebüssuud Efendi’nin bir fetvasında 1536 yılı sonlarında kadıların muamele işlemlerinde ona on bir buçuktan ziyadesine (%15) hükmetmekten men olundukları kaydedilmektedir. Eldeki kayıtlardan farklı tarihlerde ve dönemlerde farklı oranların uygulandığı görülmektedir.
Selam ve dua ile…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti