Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

MISIR – 1987 -6-

LUXOR
Luxor ve Aswan’a gitsem mi, gitmesem mi; gidersem mi iyi olur, gitmesem mi diye düşünürken, Dr.Biltegi’nin onayı ile bu iki önemli şehre gidebilme olanağı doğmuştu. 17 Kasımda Mısır Hava Yollarının Airbus uçağı ile Kahire’den, 50 dakikalık uçuşla Luxor’a ulaşmıştım. SSCB’nde olduğu gibi Mısır’da da yabancılar kuyruklarda bekletilmeden uçağa alınıyorlardı.
Luxor hava alanında, basın bürosundan Salim Abu Zeyd karşılamış, 15 km. ötedeki şehir merkezine giderek Luxor Hotel’in 238 no.,lu odasına yerleşmiştim. Burası çok güzel bir oteldi, bana da Nil Nehrine nazır, şahane bir oda vermişlerdi. Otel turistlerle doluydu. Mısır turizm konusunda epey yol katetmişti ve batılı turistleri ülkesine çekmeyi başarıyordu. Ankara gibi Avrupa’nın her yerinde kış başlamış, hava epey soğumuştu. Oysa Mısır’da 30 derecelik bir hava vardı ve bizim ilkbahar havasını yaşıyorlardı. Turisti cezbeden kuşkusuz salt hava değildi. Mısır’ın her yerinde görülesi tarihi mekanlar vardı.
Mısır uygarlığının örneklerini ortaya çıkaranlar Avrupalılardı ve eserlerin çoğunu ülkelerine kaçırmışlardı. Bizim Mehmet Ali Paşa da kimi eserleri, bol keseden bağışlamıştı!… Osmanlı padişahının, Bergama kazılarında çıkarılan kimi eserleri Almanlara bağışladığı gibi, Mehmet Ali Paşa da Luxor Temple’deki iki dikilitaştan birisini, bir Fransız arkeoloğa “al götür!” demişti… İslamiyetin resim ve heykele karşı oluşu nedeniyle, Luxor Temple’deki kimi resimler silinmişti. Önce kiliseye dönüştürülen kimi yerler, daha sonra cami haline getirilmiş; mozaikler, röliefler, resimler silinmişti.
Otele yerleştikten sonra, Salim Abu Zeyd ve daha sonra gelen Ahmed Nouby Mousa ile birlikte şehri dolaşmaya çıkmıştık.
LUXOR MÜZESİ
İlk durağımız kentin en önemli mekanı olan Luxor Müzesiydi. Yeni inşaa edilen bir bina içerisindeki müzede gördüğüm eserlerin benzerlerini Kahire’deki müzelerle bol bol görmüştüm. Yani heykeller, Roma döneminden kalan çeşitli eserler…
Luxor’un nüfusu 1,5 milyon dolayında idi. Çevresiyle birlikte bu vilayette 3 milyon insan yaşıyordu.
LUXOR TEMPLE
Daha sonra gezdiğimiz Luxor Temple, bizim Efes benzeri bir açık hava müzesiydi. Örijinal sütunlar, heykeller…hepsi de dev eserler… Önce kiliseye çevrilen, sonra camiye dönüştürülen dini yapı da burada bulunuyordu. Caminin biri çok eski, öteki biraz yeni olan iki minaresi vardı, ama ikisinin de mimari tarzları farklıydı… Buradaki 3 km.lik bir alana sıralanmış olan sfenksler dikkati çekiyordu. Luxor Temple, kadim Luxor’un somut bir göstergesi idi.
Müzeden ayrılınca turizm bürosuna giderek, genç Ahmed’in ısmarladığı çayı içerek bilgiler almıştık. Basın merkezi de aynı yerdeydi. Mısır hükümeti yabancı basın mensuplarını bu merkez vasıtasıyla ağırlıyordu. Burada çay içerken rehberlerim Salim ve Ahmed bir konuda tartışmışlardı, ama Arapça bilmediğim için tartıştıkları konuyu anlayamamıştım.
Daha sonra çarşı Pazar dolaşarak, halkın yaşantısını gözlemlemeye çalışmıştım. Otele paytonla dönmüştük. Turistik bir kent olan Luxor’da çok sayıda payton vardı.
Luxor seferim iyi başlamış ve öyle devam etmişti. Ayrıca İlginç şeyler görüyordum ve seyahatimin birkaç gününü daha bu bölgede geçirseydim, benim için daha iyi olacaktı.
Akşam yemeğini otelimin mükemmel restoranında yemiştim. Açık büfede çok çeşitli yemekler, tatlılar, meyvalar ve Mısır’ın her yerinde görülen “Stella” bira vardı. Yemekten sonra müzik-şov seyretmek üzere otelin 6. katındaki gece kulübüne çıkmıştım. Garsona 1 paund bahşiş vermek suretiyle, öndeki bir masaya oturmuştum. Az sonra yanımdaki masaya önce Arapça, sonra Fransızca konuşan iki siyahi genç gelmişlerdi. Bunlardan birisinin kulağında küpe, parmaklarında yüzükler ve bileğinde bilezikler vardı. Herhalde Zeki Müren, Bülent Ersoy gibi sanatçılarımızın meslektaşları olmalıydı?… Karşımdaki masada da dünyanın en eski mesleğini icra eden, iki yosma, etraflarına işmar edip, göz süzüyorlardı!…Gecenin ilerleyen saatlerinde, salonun ortasındaki yuvarlak masaya Nefertiti’nin üç soydaşı, cinsdaşı oturmuşlardı.
Güzel bir gece geçirmiş, saat 01.00’de yatmış, resepsiyonun telefonuyla da 04.45’de uyandırılmıştım. O esnada, camilerden ezan sesleri geliyordu. Radyoyu açarak önce biraz müzik, sonra da Kur’an tilavetini dinlemiştim. Tabii uykuyu alamamıştım ve gözlerim yanıyordu. Perdeyi çektiğimde şafak sökmekte olduğunu görmüştüm. Balkonda yeşil halıflex uzanıyordu. Ucunda bir sehpa, sehpanın sağında solunda iki şezlong vardı. Aşağıda yemyeşil bir bahçe ve ortasında içi yeşile boyanmış bir havuz; havuzun etrafında güneşlenmek için bırakılan şezlonglar; ağaçların altında masalar bulunuyordu. Sessiz, sakin, huzur dolu bir oteldi Luxor Hotel… Ne yazık ki ben burada sadece bir gece kalacaktım.
Saat 07.00 de Salim Abu Zeyd gelmiş, bize tahsis edilen otomobil ile otelden ayrılmıştık. Nil sahilini takiben hava alanına giderken, okula giden öğrenciler görmüştüm. Çoğu türbanlı kızlar, başlarında sarık bulunan, muhtemelen imam hatip okulu öğrencisi oğlanlar…
Kahire’de de dikkatimi çekmişti; Mısırlı erkekler ne yabancı, ne de Mısırlı kızlara, kadınlara sarkıntılık etmiyorlardı. Hatta gecenin geç saatlerinde evine giden yalnız bir kadına bakan olmuyordu…
Hava alanı yolu üzerinde Kral Faruk’un inşaa ettirdiği Winter Palas’dan geçmiştik. Burası kralın kışlık sarayı idi. İskenderiye’de müze olarak kullanılan yazlık sarayını da görmüştüm. Luxor’daki saray ise otele dönüştürülmüştü.
Hava alanı tenhaydı. Alanda bulunanlar ise, İngilizce, Fransızca konuşan turistlerdi. İşlemler çabuk yapılmış ve Mısır Hava Yolları’nın A-300 tipi “Amun” adlı uçakta yerimi almıştım. Bu uçak her sabah Luxor’dan hareketle Aswan’a, oradan da Kahire’ye gidiyor, oradan Luxor’a dönüyordu. Kahire-Luxor uçuşunda olduğu gibi uçak, tam vaktinde, saat 08.15’de havalanmış; Nil nehrini solumuza alarak, çöl üzerinde 23 dakikalık uçuştan sonra Aswan hava alanına inmişti.
ASWAN
İnişe geçtiğimiz sırada alanda ve çevresinde müstahkem mevkiler ve koruganlar, hatta bir de seyyar radar görmüştüm. Burası muhtemelen askeri alan olarak da kullanılıyordu.
Alanda beni Muhammed Hüseyn adlı bir görevli karşılamıştı. Hüseyin sık sık dualar eden, Aswan halkının çok dindar olduğunu söylemişti. Üç çocuk babası olan Muhammed, alanla kent merkezi arasının 20 km. olduğunu söylemişti. Bize tahsis edilen aracın şoförünün başında sürekli namaz takkesi bulunuyordu, Hacıydı ve ben ona, Aswan’dan ayrılıncaya kadar “Hacı Efendi” diye hitap etmiştim. Aracın teybinde sadece Kur’an ve ilahi kasetleri vardı.
Kalabsha Hotel’e gelip, 414 no.lu odaya yerleşmiştim. Yine Nil’e nazır, gerekli herşeyin bulunduğu bir odaydı.
İlk işimiz Aswan’ın Enformasyon Dairesine gitmek olmuştu. Önce Abdülmunim Adem’le tanışıp görüşmüş, sonra Muhammed Hüseyn’in amiri olan Daire Başkanı Abdülfettah Musa’yı ziyaret etmiştik. Abdülmunim, Türkiye nüfusu içinde çocuk ve gençlerin oranları ile ilgili bilgi istemiş; sonra Atatürk hakkında, Arap aleminde var olan olumsuz düşüncenin nedenini anlatmıştı. Onlara göre Atatürk, Türkiye’yi Arap ve İslâm aleminden koparmıştı!…
THE ASWAN OBELİSK
Aswan’da gördüğüm ilk tarihi eser; “obelisk” dedikleri granit dikilitaş idi. Bu taş binlerce ton ağırlığında ve 41.75 metre yüksekliğinde idi. Turistler bu taşı ilgiyle ve defalarca fotoğraflar çekerek izliyorlardı. Tabii Aswan gibi, Afrika sahrası üzerinde, yakın çevresi çöl olan bir kentte böylesine görkemli bir granitin bulunması ilginçti. Ama Aswan zaten bir granit bölgesiydi ve burada çok miktarda granit yatakları bulunuyordu. Taş deyip geçilmemeliydi; çünki bu sayede istihdam yaratılıyor; bekçileri, çeşitli görevlileri turizme yönelik ticaret yapan insanlar maişetini temin ediyorlardı.
ASWAN BARAJI
Aswan (Assuan) Barajı ile ilgili pek çok haber okumuştum. Bu ünlü baraj hakkındaki haberler uzun yıllar önce, dünya kamuoyunu da bir hayli meşgul etmişti. Barajla kent iç içeydi. Barajı inşaa eden SSCB, bu işbirliğini simgeleştirmek için bir de lotus şeklinde anıt dikmişlerdi. Lotusun 4 yaprağına yapılan asansörlerden birisiyle 72 metre yukarıya çıkmıştık. Duvarlardan birinde, işbirliği ile ilgili olarak Mısır ve SSCB başkanlarının verdikleri demeçler, Arapça ve Rusça yazılmıştı. Sağda ve solda yer alan yazıların orta yerine de Cemal Abdül Nasır ve Enver Sedat’ın portreleri konulmuştu.
Muhammed Hüseyn baraj gölü hakkında bilgiler verirken, burada bol miktarda iyi balık bulunduğunu söylemişti. Barajdaki hidroelektrik santrali, hem aydınlanma, hem de sanayi alanında kullanılıyordu. Muhammed, Ruslar’ın iyi insanlar olduğunu, Mısır-Sovyet ilişkilerinin geçmişte daha iyi olduğu, o günlerde de fena olmadığı Muhammed’in verdiği bilgiler arasındaydı. Ve eklemişti: “ABD ile yakınlaşma olunca Ruslar’la eski dostluk yok…” Muhammed bir başka sualim üzerine de şunu söylemişti: “Barajda önceleri Rus mühendisler çalışıyordu, ama şimdi yok…”
Aswan gezimin en önemli yanı, dünyaca ünlü bu muhteşem barajı görmek olmuştu…
NEFTABU TEMPLE (PHİLAE TEMPLE)
Aswan Barajı suyla doldurulmadan önce, su altında kalacak olan tarihi eserleri kurtarmışlardı. Bunlardan birisi de “Neftabu” veya öteki adıyla “Philae” Temple’dır. Bu kompleksi yerinden söküp, baraj gölü ortasında oluşan bir adaya taşıyıp monte etmişlerdi.
Çok ilginç ve yerinde bir yapı ortaya çıkmıştı. Böylelikle bu eseri görmek için baraj gölü kıyısından motorla adaya gidilmesi gerekecekti. Dolayısıyla 20-30 sandal-motorcuya iş istihdamı yaratılmıştı. Ayrıca gölün ortasındaki taşlı ada da değerlendirilmişti.
Neftabu Temple kral Nataneb tarafından Lady Philae için inşaa ettirilmişti. Anıt taşların üzerindeydi ve üzerinde Kahire’den beri gördüğüm, Mısır sanatının örnekleri vardı. Firavunlar, krallar, hayvan başlı Horos vb. Ve bir de ünlü Trajan’ın benzeri bir Roma eseri…
Motorla, kıyıdan adaya gidiş geliş de hayli ilginçti…
ASWAN HAKKINDA
Çevresiyle birlikte Aswan’ın nüfusu 1 milyon dolayındaydı. Merkez de ise 300 bin kişi yaşıyordu. Nüfus pek fazla değildi ama, kentin yerleşim alanı oldukça genişti. Meskenler daha çok baraj çevresindeydi. Hava alanından kente girişte, 2200 metre uzunluktaki bir köprüden geçiliyordu. Bu köprü aynı zamanda barajdan aşağıya suyun bırakıldığı geçitlerin de bulunduğu yerdeydi.
Aswanlı’lar, öteki kentlerde yaşayanlardan biraz farklıydı. Daha siyah ve hatta zenci idiler. Kadınların kendilerine özgü giysileri vardı. Halkın çoğunluğu İslamiyete sım-sıkı bağlıydı ama; kıptiler ve hatta bir de Kıpti Katedrali bulunuyordu. Kuşkusuz cami sayısı bir hayli çoktu. Kent mezarlığı ise kümbetlerle doluydu.
Yeni inşaa edilen Afrika Üniversitesi, kentin kenarında, hava alanı – baraj yolu üzerindeydi. Bu üniversitenin 5 fakültesi olduğunu söylemişlerdi.
PAPİRÜS
Çok eski bir Mısır sanatı olan papirüs, aslında ottan yapılan bir kâğıttı. Latince’deki “paper” kelimesinin, papirüsten mülhem olduğu muhakkaktı. Aslında Mısır medeniyetinin yeryüzündeki pek çok konuda etkili olduğuna inanmaya başlamıştım. Zira taşlar üzerindeki resimler çok ilginçti. Öyle ki birbirinin devamı olan resimlerin bütünlüğü, gerçek anlamda öyküydü.
ASWAN ÇARŞISI
Akşam saatlerinde Aswan çarşısında geziyordum. Önce bir çayhaneye girerek, Arap usulü demlenen çay içmiştim. Çayın ücreti olarak 0,25 paundu öderken, garson nereli olduğumu sormuştu. Nedense beni hep, İtalyan, Alman veya bir bir millete mensup olduğumu zannediyorlardı! Herhalde gözlerimin yeşil olması, muhataplarımda böyle bir kanaat uyandırıyordu. Türk olduğumu öğrenen garson, Yunanistan’dan falan bahsederek, Türk-Yunan sorunlarını bildiğini anlatmak istiyordu. Benim “Türkiye güçlüdür, Yunanistan bize vız gelir” gibi sözler söyleyince, Türk-Arap kardeşliğine değinerek yanımdan ayrılmıştı…
Çarşı içine dalmıştım. Çoğunluğu küçük, aralarında genişçe dükkanlar da bulunan çarşıda girdiğim ilk dükkanın sahibi güleryüzlü sempatik bir adamdı. Kahire’de 8 paunda aldığım müzik kasetlerini bana 6 paunda vermişti. Öğrendim ki adam Copti idi. Kardeşinin Kerkük’de mühendis olduğunu söylemiş, o bölgedeki Kürk sorunlarından bahsetmişti. Ona, Türkiye’de Türk-Kürt kardeşliğini anlatmıştım. Copti dükkancı İran-Irak savaşına da değinerek Humeyni ile birlikte Saddam Hüseyn’i suçlamıştı. Saddam için; “çekilmeli ve yerine aklı başında bir adam gelmeli ve barış sağlanmalı” demiş ve savaşın devam etmekte oluşu nedeniyle de ABD’ni suçlamıştı. Adı Naser Sanad-Loca (Loka) olan bu coptiden ayrılırken, “yarın da beklerim, gel çay içelim” demişti ve ertesi günü buluşmak üzere vedalaşmıştık.
Gide gide ilginç bir yere varmıştım. Burada mevlit mi okunuyordu, dua mı ediliyordu anlayamamıştım, ama dinsel bir olayın var olduğu muhakkaktı. Aswan dindar bir kentti. Ama açık-seçik olanlar da görülüyordu. Örneğin sağa sola işmar ederek dolaşan genç kızlar vardı. “Acaba bunlar Coptiler mi?” diye düşünmüştüm…
Aswan rehberim Muhammed Hüseyn şeyh bilmem kimden söz etmişti. Aswan barajı idarehanesinde portresi asılı olan şeyhin ilgi ve egemenlik alanı Aswan ve Luxor’du. TV’da her gün dinsel içerikli yayınlar yapılıyordu. Esasen radyo da televizyon da Kur’an’la başlıyor, Kur’an’la bitiyordu. Çarşıda gördüğüm küçük de dinsel kalabalığın bana Menemen-Kubilay olayını anımsatmış ve ürkmüştüm!… O kalabalığı geçip çarşının öte yakasına varmıştım ki, küçük bir dükkandaki kavgaya şahit olmuştum. Bir kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu ve az sonra da iki erkek birbirlerine girmişlerdi. Oradan hızla uzaklaşmıştım…
Çarşıda dolaşmak güzeldi ama otele dönerek, gece kulübündeki müzik şovu seyretmek istiyordum. Akşam yemeği açık büfeydi ve çok çeşitli yemekler vardı. Yemeğimi hızla yiyip bitirdikten sonra, karşıdaki Catarack otelin gece kulübüne gitmiştim.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti