Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

TAHİR OLANIN “HU” VE “RAB”A ULAŞMASI

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 3 Şubat 2017 Cuma 11:48:30
 

– 14-
Dedik ki: Hemen yapabileceğin şey imanını deklare etmek, “Allahım Sözde Tanrılık İddiası’nı reddediyorum. Ben böyle bir şey olmaksızın sana iman ediyorum” demek, sonra da bu deklarasyona uygun nasıl yaşayacağını öğrenip bu imana göre yaşamaya gayret etmektir.
İşte  bu iş için sana yardımcılar vardır.
Çok önemli bir yardımcın Abdest’tir. Dolayısıyla, tahir olmak için arınma talebini, kirden sıyrılma talebini abdest ile de tesbit et, göster! Abdest bu işin göstergesidir. “Tahir olmayan dokunmasın” ayetinin yalnızca zâhiri ile yetinenler “O’na abdestsiz dokunulmaz” idrakında kalırlar. Abdest bir hedef değil bir göstergedir! Abdest tahir olmanın göstergesidir. Siz abdestli olmakla “ben tahirim” diyorsunuz. Abdest alırken tahirliğinizle ilgili noktaları Allah’ın emrine uygun olarak ıslatıyor veya toprakla teyemmümlüyorsunuz. Lütfen onu “fiziksel temizlik” gibi düşünmeyin. Aksi halde toprakla teyemmüme ne diyeceğiz? Abdest ve teyemmüm çok önemli, çok ilahî, çok yüksek birer temsildir; Âmentü Billâhi demiş olmanın temsilidir, “tahirim, tahir olmaya çalışıyorum” demenin temsilidir, “Amilus Salihati” halinin (salih amele de talibim Allahım demenin) temsilidir. Bu haliyle abdest, Billâhi İman ve Sâlih Amel’in kapısı, işareti, rozeti, simgesi ve parolasıdır, o olmadan olmaz!
İman’ın rozeti abdesttir
Edeb gereğidir ki, ona abdestin yoksa elinle de dokunma. Ama ayetin “dokunmayın” uyarısındaki asıl maksattan da perdelenme. Ayet bize; “Tahir değilseniz, hanif değilseniz Kur’an’a dokunmayın; yani Kur’an’ın mânâlarına dokunmayın” diyor. Dokunma: Yani konuya, ayetin mânâsına dokunma, manasına karışma, elleme, işimize karışma, kurcalama! Bu konulara girmek istiyorsan önce tahir ol da gel. Ayet böyle demektedir. Kur’an’ı tutmak, öğrenmek, anlamak için tahir olmak gerekiyor, öyleyse nasıl tahir olunur bilmeliyiz ve o gayrete girmeliyiz. Bunun için, önce Allah’a kendini eş koşmayan bir imanda olacaksın! Sonra o imanı temsil eden rozeti takıp, yani abdest alıp sâlih amelde bulunacaksın. İman’ın rozeti abdesttir, sâlih ameldir. Bu senin hayatın haline geldiğinde Besmele’yi eline al ve o anahtarla hazineyi aç. Besmele artık senin için açan ve feth edendir. Çünkü Efendimiz (SAV) buyurdular ki:
“Bismillahir Rahmânir Rahim her kitabın anahtarıdır.”
“Besmele ile başlamayan iş başarıya ulaşmaz.”
“Bismillah ile başlamayan işler güdük kalır.”
Gerçek “Var”ın (Yaratan’ımızın) insan tarafından tanınabilmesinde, anlaşılabilmesinde, insanın O’na seslenebilmesinde, bütün bu yaptıklarından huzur duyabilmesinde, mutlu olabilmesinde “ALLAH” ismi gerekli ve önemlidir; bütün bunlar “ALLAH” ismiyle olur, bütün bunları kul “ALLAH” ismiyle başarır. Gerek tenzih mertebelerini gerekse teşbih mertebelerini ifade için kullanılan sıfat ve isimler “ALLAH” ismi içindedir. Allah’ın tenzih mertebelerini ifade eden sıfatlar, teşbih mertebelerini ifade eden isim ve sıfatlar hepsi “ALLAH” isminde cem’dir.
“Hu” ve “Allah”
Paragrafımızı açıklamaya çalışalım: Bir ârif kişi bir idrak noktasına gelse ve geldiği hal gereği sesli olarak “HU” diye seslense, bir başkası da duyup ona; “kime seslendin?” dese, “Allah’a seslendim” der. Oysa “HU” dedi. Çünkü “HU” Allah’ındır. Hepsini kapsayan bir mânâ olduğu için “HU” demesine rağmen sorulunca “Allah” der. Veya “Ya Rahman” dese ve kime seslendiğini sorsanız o yine; “Allah’a seslendim” der. “HU” ve “RAHMAN” Allah’a yani Uluhiyet’e ait iki uçtur: “HU” tenzih’le, “Rahman” teşbih’le ilgilidir. Kelime-i Tevhid’e ALLAH ismiyle ilgili olarak dikkat edildiğinde bazen “La ilahe İllallah” bazen “La ilahe İlla HU” denildiğini fark ederiz. Ama hiçbir zaman “La ilahe İlla Rahman” demeyiz. Çünkü Rahman, Allah ismine ait tüm özellikleri içermez, Allah’a ait kimliği tümüyle kapsamaz. Kimlik, hüviyet bunlardır; HU ve ALLAH. Bu yüzden insanın, Allah isminden başka bir yoldan Yaratan’ına ulaşması imkânsızdır. Bu konuda Allah’ın kendisini kuvvetle tanıttığı, kimliklendirdiği bir ayet vardır:
 “Muhakkak ki; Ben, (evet) Ben Allah’ım!” (Ta-Ha; 14)
ALLAH; tenzih ve teşbih mertebelerine ait mânâların çakıştırıldığı; hem tenzihi hem teşbihi tam barındıran ve koruyandır. Bu yeni mânâ insanın akıl erdirebileceği bir kimlik oluşturur, bu kimlik mertebesine “Ulûhiyet” denir. Bu mertebe sahibinin ismi ALLAH’dır. Bu kimlik Allah’ın bize merhametini yakalayacağımız bir şeydir. Kendini anlayabilmemiz için sesleneceğimiz öyle bir kimlik oluşturuyor ki hem tüm tenzih mertebelerini hem tüm teşbih mertebelerini içeriyor, hem de insan aklı o seslenişi alabiliyor, insan ona akıl erdirebiliyor. Aksi halde bize “Ehad” sıfatı mecbur edilse, önümüze o sıfat konulsa aklımız almaz, onu anlayamayız, kavrayamayız. ALLAH ismi insanın akledebileceği, akılla yönelebileceği, seslenebileceği bir isimdir. Bu önemine binaen tanımı tekrar edeyim: Tenzih ve teşbih mertebesine ait mânâlar çakıştırılıp, harmanlanıp bir ve tek mânâ yapılsa, o mânâları barındıran yeni bir mânâ oluşur ki; bu, insanın akıl erdirebileceği bir kimlik oluşturur. Bu kimlik mertebesi ULÛHİYET olup bu mertebe sahibinin ismi de ALLAH’tır. O’nun Ulûhiyet mertebesindeki ismi Allah’tır. Talib işte bu mertebeye akıl erdirme yolunda yapacağı tefekkür, ibadet ve diğer yakînleştirici gayret ve fiiller sonucunda, teşbih mânâlarıyla seslenmeyi kendisi için “kesret günahı” görür. Yani “Allah” isminden yararlanarak tefekkürle, ibadetlerle, öğrendiği yakînleştirici işleri yerine getirmekle bir hale, bir noktaya gelir ki işte bu haldeyken Allah’a kesret isimleri olan Hayy, Kayyum, Kadir gibi çokluğa ait isimlerle seslenmekten çekinir, utanır, o isimlerle seslenmek ona çokluk/kesret gibi gelir, “şirk” duygusu verir, bu yüzden utanır. Bu mahcubiyetle, “şirk duygumdan arınmış olarak Allah’a sesleneyim” diye sesleneceği bir ifade arar; bu arayışta karşısına tenzih mertebesi çıkar, tenzihle seslenirse mahcubiyet duygusundan kurtulacaktır. Ancak tenzih’i de tadamaz. Şöyle:
Biz “Allahım sen Ehad’sın, Samed’sin” deriz ama bu hali yaşayarak söyleyemeyiz, onu bir ayetten öğrendiğimiz için söyleriz. Oysa talib şunu istiyor: Bir hale geleyim ki geldiğim halin seslenişi O olsun, o halin seslenişinde bana şirk gibi gelen kesret isimleri olmasın. İşte o, bu halle Ulûhiyet içerisinde “HU” ismine ulaşır, “HU”yu bulur. Ulûhiyeti kimliklendirmek için yalnızca “HU” der, “O” der. Talib kişi her şeyi içeren Allah ismine iman ederek çıktığı bu yolda Âmentü Billâhi yönelişiyle ilerlerken “HU” ismine hal ile ulaştı. Fakat “HU” dediği bu hal Allah ismini ortadan kaldırmaz. Allah ismi, “HU” seslenişi de dâhil tüm seslenişleri içerir. Çünkü Allah isminin, yani Ulûhiyet’in hem tenzihe hem teşbihe bakan yanları vardır: Tenzihe bakan pencere HU, teşbihe açılan kapı Rahman’dır. İkisi de insanın idrakı içindir, insanın seslendirebileceği halin sesleridir. “HU” derken idrak tenzih noktasına kadar gelmiştir. Oradan teşbihe bakar ve onları şemsiyesi altında gördüğü mertebeye de “RAHMAN” diye seslenir. Çünkü teşbihtekiler tümüyle Rahman şemsiyesi altındadır. Ama teşbih de tenzih de Ulûhiyet kimliği içerisindedir ve Ulûhiyet kimliğinin damgası, mührü de “Allah” ismidir.
Manâlar “Hu”da cem olur
Bu işin seyr-i süluğunda çalışma yapan bir arkadaşımıza kolaylık olur inşaAllah diye bu anlattığımızı üç cümlede özetleyelim:
Konuya “La ilahe illallah” zikri ile başlanır. Ama bu başlayış tavsiyelerle olan bir başlama değildir, kendisi hal ile başlar. Kişi o hali bekler de başlarsa daha iyi olur. Bunu genellikle tavsiyelerle yapıyorlar ve sonuçta kişi “uğraştım ama olmadı” diyor. Çünkü “kıvam” önemlidir. Fırının derecesi pişirdiğinin kıvamına göre, yani pişene göre ayarlanır. Pişirmeyi düşündüğün malzemenin haline bakacaksın, fırının havasını, kıvamını ona göre ayarlayacaksın… Ama genellikle iş öyle olmuyor, fırını görmeyen uzaktaki birisi, fırına bakmadan “fırını şu ısıya ayarla” diyor. O zaman da orada pişen başka bir şey oluyor, uygun bir ürün çıkmıyor. Her ürün için fırını ayarlamak gerekiyor.
Kıvamında “La ilahe illallah” zikri yapan öyle bir hale gelir ki geldiği bu noktada kendiliğinden “La ilahe illa HU” der. Onun yeni halinin seslenişi artık budur; kendini alamaz ve “HU” der. Bir utanç alır onu ve mahcubiyetle “La ilahe illa HU” der. Bunu derken “La ilahe illallah” demeyi bırakır mı? Hayır! Ulaştığın hiçbir nokta, geride gibi olan sana ait hiçbir noktayı silmez, ancak “cem” eder. “Ben orayı geçtim, orayı sildim” diye bir şey yoktur, öyle bir şey olmaz. Yeni mânâlar, yeni noktalar öncekileri cem eder, içine alır, hiçbir zaman silmez. Bu hali yaşadı, sonra ne olur?
Sonra “La ilahe” de demez, bu da ona “kesret” gelir, artık yalnızca “HU” der. Dikkat edin, “La ilahe” dediğinizde reddettiğiniz bir şey var, yani “La ilahe”de bir kesret mânâsı var. Ama “La ilahe” bile demeyen haldeyseniz reddettiğiniz bir şey bulamazsınız. Talib artık reddedecek bir şey bulamaz, bulamadığı için de “La ilahe” demez. Bu hali yaşayan “La ilahe” gerçeğini silmiş olur mu? Hayır! O hakikat onda duruyor. Ama onun kendine ait öyle bir hukuku var ki o şimdi “La” diyecek bir şey bulamıyor. Lütfen dikkat edelim, bütün bu yaşadıkları ona aittir, bu hislerini ve yaşadıklarını birisine tavsiye edemez, aksi halde karşıdakinin düzenini bozar, yaşadığı hal onun kendi hukukudur, bu hislerini ve yaşadıklarını başkasına öneremez; kendisi yalnızca HU diyebilir, bunu başkasından bekleyemez.
“Hu”dan “Rab”a ulaşmak
Yalnızca “HU” diyen talib şunu da fark eder. Ben bunu zaten diyormuşum, nefes alırken ve verirken HU hiç sekmiyormuş meğer der. Eğer fark ederseniz, bu olay merhameti göreceğimiz bir husustur; hiç fark etmeseniz bile hep “HU” zikrindesiniz; alırken HU, verirken HU… Bilir de farkında olarak yaparsan nimetlerinden yararlanırsın. Zaten o zikirdesin.
Ulûhiyet’in tenzih mertebesinin en değerlisi Ehadiyet’tir ki buraya “EHAD” deriz. Ulûhiyet’in dilemesiyle nüzullerin evveli olarak Ehadiyet’ten Vahidiyet belirir ki oraya da “VAHİD” deriz.
Bu iki cümleyi izi bulunsun diye paylaştık. Ehad ve Vahid’i merak ederseniz “Sen Tanrı mısın?” kitapçığımızda detaylı anlatılıyor.  
Allah’ın dilemeleri zıtlarıyla belirince TEŞBİH başlar, artık KIYAS vardır. Ulûhiyet burada insanın akıl erdirebileceği imkânları sunar, çünkü insan aklı kıyasla anlar. Teşbih mertebesi bizim için bu yüzden önemlidir. Biz tenzihi anlayamayız. Kıyaslayamadığımız için! Bu yüzden, nihayet gelir “HU” istasyonunda dururuz. Oraya da zaten kıyaslaya, kıyaslaya ama kıyasları terk ede, terk ede geldik. Kıyaslayıp kıyası terk ederek, kıyaslayıp terk ederek “HU”ya geldik. İnsanın anlayabilmesi yani ukl edebilmesi kıyasladır, akıl edebilme yöntemi kıyastır. Bu yüzden teşbih mertebesi bizim için bir imkândır. Allah’ın diledikleri zıtlarıyla belirince başlayan bu teşbihle/kıyasla birlikte insanın akıl erdirebileceği sistem oluşur ve akıl erdirdiği için insan buraya iman eder; buraya “Âmentü Billâhi” der.
İsim ve sıfatların hakikatleriyle zâhir olması ise Rahmaniyet mertebesini oluşturur, buraya RAHMAN deriz. Teşbih mertebesi içerisinde artık vücud bulmaya başlayacak mânâların, isim ve sıfatların kendilerine ait hakikatlerle belirmeleri, mânâdan öte hakikatlerini de göstermeye başlamaları yeni bir mertebedir; Rahmaniyet’tir, “Rahman” dediğimizdir. Rahman ismi öyle bir mertebedir ki neredeyse Ulûhiyet ismi gibidir ama Ulûhiyet değildir; Ulûhiyet’in kesrete/zâhire doğru açılan kapısıdır. Bu yüzden, Rahman isminin kapsamı, üstünde teşbih elbisesi olan Ulûhiyet özelliklerindedir. Rahman teşbih elbisesi giymiştir ama içinin özellikleri Ulûhiyet yapısındadır. İçini incelesen ona Ulûhiyet dersin, o aslında teşbih elbisesi giymiş Ulûhiyet kimliğidir. Ulûhiyet’in tenzih mertebelerine doğru açılan kapısı ise tenzih elbisesi giymiş olan “HU” ismidir.
Allah’ın ilminde (İlmullah’ta) dilediği mânâlardan ef’al âleminde vücut bulmasını dilediği mertebe Rububiyet’tir; yani mânâların suretlenmesini gerektiren esmaların mertebesi Rububiyet’tir ki buraya “RAB” deriz. Tenzih’ten Teşbih mertebesine, oradan kesret âlemine, ef’al âlemine, suretlerin olduğu yere, yani vücud bulmuş mânâların olduğu yere geldik. Onların vücud bulmasını gerektiren mertebe ve yönetim, o vücutların dizaynı “Rab” dediğimiz Rububiyet Mertebesi’dir…
Allahümme ENTE Rabbiy; Allahım SENSİN Rabbim…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER