en iyi bahis siteleri
DOLAR 19,0425 0.1%
EURO 20,5417 0.21%
ALTIN 1.187,990,06
BITCOIN 5421830,85%
Afyonkarahisar
11°

KAPALI

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 113

ABONE OL
31 Ekim 2018 13:46
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Mustafa Yılmaz DÜNDAR 31 Ekim 2018 Çarşamba 13:46:00
 

BİRİNCİ DERECE MÜNAFIKLIK
 ALLAH’A KARŞI OLAN, İKİNCİL MÜNAFIKLIK
 İSE İNSANLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLERDEDİR
Asıl münafıklık insanın Allah’a karşı münafıklığıdır. Peki, insan Allah’a karşı nasıl münafıklık yapar? “Sana inanıyorum, söylediklerini yapıyorum” der ama işin aslı hiç umurunda değildir, umursamaz. Çok tehlikelidir. Yani “müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır” der, sonra umursamaz. Buraya bir not iliştirelim ki yanlış anlaşılmalar olmasın: Umursayarak düzeltme gayretine girmek böyle değildir. Bu gayrete giren bir kardeşim “ben öyle miyim?” diye korkmasın. O hatta veli sınıfına girer, “veli gibi” sınıfına girer. “Ben şehâdette bulundum ve kendimi içinde bulduğum yanlıştan kurtulmak için gayret sarf ediyorum” diyen kul yaptığı hatalardan bile sevap kazanır. Ama umursamayan, kandıran farklıdır. O Allah’a öyle der ama sonra “ben böyle yaşarım, ne olacak?” der. Abdestsiz namaz olmaz denir, o “ben kıldım bir şey olmadı” der. Bir şey olmadığını görünce de umursamaz. “Müstakilen VAR ve Muhtar” olmanın dünyada daha kârlı olduğunu düşünür ve öyle davranır. İşte Allah’a karşı münafıklık budur, birinci derece münafıklık da budur. İkincil münafıklık ise insanlar arasındaki ilişkilerdedir. İnananların yanında “sizin gibiyim”, inanmayanların yanında “sizin gibiyim” diyen kişidir. Münafıklığın detayları çok ayrı ve uzun bir konudur, biz bizimle ilgili kısmını görüyoruz. Münafığın alameti üçtür, konuşunca yalan söyler. O nedir? Allah üzerine yalan söyler, iftira eder, “Ben de müstakilen varım ve muhtarım” iddiasında bulunarak kendi adına “BEN” der. Konuyu bildiği halde kendi adına “BEN” demesi o kadar tehlikelidir ki, bu yüzden münafığın cehennemdeki yerinin kâfirden daha derin ve kötü olduğu söylenir. Rabbim muhafaza buyuruver. İkisi de cehennemde ama bu daha derinde. Kâfir Allah’ı kandırdığının farkında olmadan kendi adına “BEN” deyip hayat kurmuş. Ama bu “müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır, kendi adına BEN diyemezsin” seslenişini duyuyor, buna rağmen umursamıyor, Allah’a yalan söylemeye, iftira etmeye devam ediyor. Münafığın bir alameti budur, Allah’a yalan söyler. Nasıl? Kendi adına “BEN” diyerek! Kâfir de, münafık da yalancı sınıfındadır, ikisi de yalan söyler. Ama kâfir olan bu gerçeği duymadı. Münafık duydu, kabul etti, namaz da kılıyor, oruç da tutuyor ama “müstakilen VAR ve Muhtar” olarak kendi adına “BEN” diyor. Gerçeği duyduğunuz bildiğiniz halde söylediğiniz bu yalan çok tehlikelidir. Bu yüzden, münafık cehennemde kâfirden daha derindedir. Bir de münafık sözünden cayar. “Allâhümme ente Rabbî” diyerek Allah’a söz verdi ama caydı, unuttu. Duyduğu halde uymuyor, unuttu. Bir de kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder. Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi bir emanettir, “BEN” takdimi de bir emanettir. Bütün bu emanetleri Allah’ın hakkını vermeden kendi adına ve gücü yettiğince Allah’a karşı kullanır. İşte emanete hıyanet! Alâmetin üçü de gözüküyor değil mi? Me’âric 32 ve Müminun 8 şimdi daha bir anlamlıdır: “Onlar (mü’minler) ki, emanetlerine ve ahdlerine riayet edenlerdir.”
KALEMLE YAZAN ALLAH’TIR
 FAKAT KALEM DE HÜRDÜR. ÇÜNKÜ KALEM ALLAH’IN DIŞINDA DEĞİLDİR!
İnsan dünya hayatı sürecinde fitne üzerine tesis edilmiş denemelerle, verdiği “Allâhümme ente Rabbî” sözünün gereğini kazanıma çevirir. “Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” diyor mu ve gereği olarak “Semi’na eta’na ğufraneke Rabbena” diyor mu? Bu imtihanla duyduğu doğruları ve yanlış olan zanlarını kendisi için kazanıma çevirir; bu kazanım sonucunda değişime uğrar, değişiminin şehâdetiyle de ahiretteki hayat biçimini tanımlar. Allah’ın kalemlerinden bir kalem olan insan, böylece dünya hayatı sürecinde âhiret hayatını kendisi yazar. İnsan Allah’ın kalemi olarak gelecekteki hayatını böyle yazıp şekillendiriyor işte. “Allah’ın kalemlerinden birisi olarak insan âhiretteki hayatını kendisi yazar” ifadesi kesret diliyledir. “Kendisi yazar” Nisa-79’a göredir. Nisa-78’e göre bu şöyledir: Kalemle yazan Allah’tır. Kalem yazar ama kalemle yazan Allah’tır. Kalemin kendisinin yazması doğrudur, hayata bakın, kişi bir kalem olarak yazıyor, bu kesret dilidir. Kalemle Allah yazar ise tevhid dilidir. Ve ikisi beraber doğrudur. Öyle enteresan bir kalem ki hürriyeti var. Burayı mutlaka anlayın. Dünya kurallarıyla düşündüğünüzde, kalemle yazıyorum, kalemin hürriyeti bende. Bu dünya kurallarına uymayan bir iş… Allah’ın kalemlerinden biri olan insan kendi hayatını yazar. Kalemle yazan Allah’tır fakat kalem de hürdür. Çünkü kalem Allah’ın dışında değildir! Allah ne kadar hürse kalem de o kadar hürdür. Bu yaklaşım başlangıç çizgisidir. Bunun ne olduğunu anlamak için ileri gideceğiz, bu bilgiyi başlangıç çizgisine monte ederseniz yürüyemez, ilerleyemezsiniz, araba bozulur. Dedik ki kalem yazar. Allah’ın kalemlerinden biri olan insan tercihini yapar kazanıma dönüştürür, değişimini sağlar, böylece âhiretteki hayatını kendisi yazar ve yazdığına da şâhit olur. Ama tevhid diliyle yazan Allah’tır. “Dinde zorlama yoktur” prensibini öğrenmiştik, lütfen hatırlayın. “Zulmedilmez” prensibi vardır. Demek ki kalem hür! Çünkü kalem dûniHİ değil, illa HU. O kadar dûniHİ düşünmeye alışmışız ki bu hürriyeti anlamakta zorlanıyoruz. Kalem hürdür, kalem de illa HU. HU hür olmaz mı? Ama bu ileri bir tespit! Biz o noktaya ilerliyoruz. O noktaya doğru ilerlerken şimdi imtihan uyarısı yapan âyetleri ders yapalım:
 “(O) yaptığından sual edilmez, onlar sual edilirler.” (Enbiyâ-23)
“Her nefs ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan sistemi içerisinde sizi şer ve hayrla deneriz. Ve bize rucû ettiriliyorsunuz.” (Enbiyâ-35)
İNSAN ANA KARNINI NASIL
 HATIRLAMADIĞI GİBİ “RABBİM SENSİN”
 DEDİĞİMİZİ DE HATIRLAMIYOR
Enbiyâ-35’ten anladık ki ölüm doğumu tatmak gibi bir şey. Ve yine anladık ki şer ve hayr var, yani ikilem, fitne var. Her nefs ölümü tadacaktır. Anlıyoruz ki ölüm yok olmak değil. DûniHİ idrak ve zannıyla yaşayanlar ölümü yok olmak sanıyor ama iş onların zannı gibi değil. O bir tat, doğumu tatmak gibi bir olay. Allah’ın emir verdiği Hz. Âdem gibi istisnalar hariç, Hz. İsa aleyhisselam dâhil her insan doğumu tadıcıdır, doğum tadılan bir şeydir. Ana karnı için ölüm, dünya için doğumdur ve hayat doğumla devam ediyor. O ana karnında bir değişim geçirdi. Neye göre? Dünyadaki hayatına göre. Kazanım, değişim, doğum ve dünya hayatı. İnsan şimdi de bir değişim geçiriyor. Dünya hayatını ana karnı gibi düşünün. Süreç buradan devam edecek. İnsan ana karnını nasıl hatırlamadığı gibi “Rabbim sensin” dediğimizi de hatırlamıyoruz. Onu Kur’ân hatırlatıyor. Zamanında verdiğimiz sözü, röntgeninizi çekip Kur’ân hatırlatıyor. Mesela bilim de ana karnını hatırlatıyor; ana karnında şu evrede şöyleydiniz diye gösteriyor. Bu görüntüler ortaya konulmasa bilemeyiz. Resmini çekiyor, hareketlerini gösteriyor, hatırlatıyor. Dünyaya geldik ama değişime devam ediyoruz. Neden? Esas hayat âhirette olduğu için! İnsan âhirete gidinceye kadar Big Bang ve değişim devam ediyor: 14,5 milyar kozmik yıldır süren bir değişim var ve devam ediyor… Önce insanın yaşayacağı zamana kadar bir değişim yaşandı. Sonra insan geldi, yaşayan insanlar bir malzeme oluşturdular, Hz. Âdem aleyhisselam bir beden kullanıncaya kadar bedenlerde değişim vardı. Hz. Âdem yaratıldı, bir beden kullandı, sonra idraklarda değişim başladı. Bu değişimlerle esas hayata doğru bir süreç yürüyor…
Enbiyâ-35 “Her nefs ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan sistemi içerisinde sizi şer ve hayrla deneriz. Ve bize rucû ettiriliyorsunuz.” “Bize rücû ettiriliyorsunuz” ayetini başlangıç çizgisi için nasıl anlayacağız? Çok fazla mânâsı var ama başlangıç çizgisi için lazım olan alt sınır mânâ şudur: Hesap için huzurumuza geleceksiniz, bize doğru geliyorsunuz. Sepeti almış markette dolaşıyorsun ama mağazadaki görevli bakıyor, “sepeti doldurmuş ama parası/kartı var mı? Nasıl olsa kasaya gelince görecek” diyor. Marketi dolaşsın, sonuçta bize gelecek, dönüşü kasaya. “Dönüşü bize” âyetini “dönüşü hesaba” gibi anlayın. “Allah’a rücû ettiriliyor olmanın başlangıç çizgisinde ilk mânâsı budur.
YAŞADIĞIMIZ HÂLİ DİLEMİŞ AMA YAŞADIĞIMIZ HÂL İÇERİSİNDE DE DİLEYEN O’DUR
“Amel itibariyle hanginiz güzeldir (diye) sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, Aziyzül Gafur’dur.” (Mülk-2)
“Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet kılardı. Fakat (Allah) dilediğini saptırır ve dilediğini de hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan elbette mesul tutulacaksınız.” (Nahl-93)
Anahtar uyarı âyetin sonunda: Yaptıklarınızdan elbette mesul tutulacaksınız! Bu uyarı tercih yetkimizle ilgilidir. Mesul tutulmak sorumlu olmaktır. Sorumluysak ona ait bir donanımımız vardır. Mülk-2 ve Nahl-93 çok açıkça bu sürece imtihan diyor. Bu âyetlerdeki imtihan vurgularını kitap ve tefsirlerde tevhid dili ile açıklamak, okuyanları imtihan gerçeğinden uzaklaştırır, bu hatanın yapılmaması gerekir. “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder”e âyetlerde çok rastlarız. Bu o kadar yüksek mânâlıdır ki âyetlerde geçtiği yerde onu biraz anlayabilmeye gayret edin. Neden biraz? Çünkü kendimize göre çok anlamaya çalışırsak hata yapabiliriz. Biraz anlayıp o biraz anlamayı yavaş yavaş genişletmek bizi hatadan kurtarır. “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder” âyetini insanca düşündüğümüzde keyfi bir hareket gibidir. Bu bakış yanlış olur. Mes’ûliyet, sorumluluk, emanet, imtihan diyen bu kadar âyet okuduk, “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder” demesinde keyfilik yoktur. Uyarılıyoruz: Allah dileseydi sizi tek bir inançta, tek bir toplum yapardı. Ama öyle dilememiş, yaşadığımız bu hâli dilemiş. Bunu bir tevhid cümlesi olarak şöyle söyleriz: Yaşadığımız hâli dilemiş ama yaşadığımız hâl içerisinde de dileyen O’dur. “Dileyen O’dur” cümlesinden yine kesrete dönelim: Dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. İşte kesret diliyle olan bu kısım sanki “Allah keyfî davranıyormuş” gibi anlaşılmamalıdır. Çünkü keyfî hâl âyetlerde gördüğümüz iki kurala uymaz. Bir, Allah zulmetmez. “Biz zulmediciler değiliz” diyor. Bir de Allah’ın Rahmâniyet kuralına, sapmaz hak adalet kurallarına uymaz. Bu yüzden, Allah keyfine göre dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder mânâsı çıkmaz. Allah yaşadığımız kesret âlemi için bu emri vermiştir. Allah’ı sınırlamak da doğru olmaz, “keyfî yapmaz” demek de yanlış olur. Allah niye keyfî yapamasın? Keyfî de yapar. Aslında iş en başta Allah’ın keyfidir! Ama iş başladıktan sonra adalet üzerine yürüyor. Başlaması O’nun dileği, istemesi! Sonra içini adaletle döşemiş. Keyfî de yapar. “Keyfî yapamaz” derken Allah’ı kayıt altına almayın. Ama bu âyeti “keyfi yapıyor” diye de anlamayın. Kesret yaşantısına koyduğu kurallar böyle diye, yani yaşadığımız hayatın kuralları böyle diye “Allah kesinlikle keyfî davranamaz” dersek kayıt altına almış oluruz. Ne olursa olsun hüküm Allah’ındır. Hidâyetin de sapmanın da ilk hükmü Allah’ındır. Ancak bu hükümde zorlayıcı emri yoktur. Kavranması gereken yer burasıdır, insana burası zor geliyor. Oysa Âmentü Billâhi’yi kafasına yerleştirmiş kişiye bunun dışındaki anlamlar zor gelir, o da diğer mânâları bir türlü anlayamaz, “olur mu öyle şey?” der. Hidâyetin de sapmanın da ilk hükmü Allah’ındır. Allah’ın bu hükmünde zorlayıcı emir yoktur. Kulun tasarrufu işte bu hükmün içindedir. Öyle bir hüküm vermiş ki kulun tasarruf yetkisi var ama hüküm Allah’ın. Kulun yetkisinin her hali Allah’ın hükmüyle! Kulda ne yetki varsa Allah’ın “müstakilen VAR ve muhtar” hükmüyle örülmüş. Bu mânâları kolay anlayabilmek ve “zaten öyle” diyebilmek için “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır, başka Müstakilen VAR ve Muhtar yoktur” prensibinin beynimizde derin iz yapması, tam anlaşılması ve fiillere dönüşmesi gerekiyor.

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 113-

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.