Gazap Üzümleri, John Steinbeck’in Pulitzer ödüllü bir romanı. 1930’lu yıllarda Amerika’daki çiftçilerin, yerlerinden göç etmelerini, yaşadıkları sıkıntıları anlatıyor.
Şirketlerin, bankalar üzerinden nasıl bir politika ile insanları “hür” iken “köleleştirdiğini” anlatıyor da diyebiliriz aslında. Çünkü kendi tarlasında doğup büyüyen, kendi evini kendisi yapan, kendi ektiğini yiyen, kendi hayvanlarını besleyen insanlar bir anda evsiz, işsiz, ekmeksiz ve yurtsuz kalıyorlar. Küresel şirketlerin ve onların kontrolündeki bankaların eliyle…
***
Merhum Cemil Meriç, Bir Facianın Hikayesi’nde bu serencâmı şu cümlelerle anlatmaya çalışıyordu; “Avrupa, geçen asrın başlarına kadar, hürmete şayan bir takım cemaatlerin kucağında yaşıyordu: Köy cemaatleri, aile toplulukları gibi. Bu cemaatler bir bir kayboldu. Köyler boşaldı, şehir işçisini koruyan localar ortadan kalktı. Aile topluluğu çöktü, ev diye bir şey kalmadı. Kadınlar pazarda iş aramağa başladılar. Feminizm eskiden hayatını evinde kazanan kadınlara pazarlarda iş bulma davasıdır. Sonuç… Bir zamanlar yerleşik olan sınıflar, şurda burda dolaşan yığınlar haline geldi. Rüzgârla savrulan kum öbekleri gibi, aralarında hiçbir kaynaşma yok. Bu kum tepecikleri, büyük şehirler ve sanayi bölgeleridir. O zamana kadar evde, tarlada, küçük atölyelerde hayatını kazanan milyonlar, dev işletmelerin sinesinde eridi. Proletarya veya işçi sınıfı denilen yığınlar böyle doğdu.”
***
Semt pazarlarına çıkmasını severim. Mümkünse köylülerimizden alış veriş yapar, pazarlık da yapmamaya çalışırım. Biliyorum ki onlar olmazsa kentli insan sefaletin içine düşer.
Yine bir pazar alış verişinde köylü bir gençle ayaküstü lafladık. Üniversite idealinden bahsetti. Köyden ayrılacak ve artık toprakla, hayvanla uğraşmayacakmış. “Peki” dedim, “Sen gidersen biz nereden alacağız bunları, kim yapacak bu işleri?” Gayet sakin “Köyde yapacak adam çok” diye cevap verdi.
***
Oysa kazın ayağı öyle değil! Köylerin nüfusu giderek düşüyor. İlkokulu kapanan ya da kapanmak üzere olan köyleri biliyoruz. Köyden kente bir göç var. Kentli-köylü fark etmeden genç nüfus artık rahat iş peşinde konuşuyor. Masa başı işi… Üniversiteler bu anlamda bir kurtuluş köylü gençler için! Oysa bilmiyorlar ki gönüllü köleliğe doğru gidiyorlar.
Kimseye bel bağlamayan, el açmayan, rızkı için kimsenin gözlerinin içine bakmayan insanlar hürdür. Kimse onlara bir şeyleri telkin edemez. İstemedikleri şeylere zorlayamaz. Köydeki hayatını terk edip kente göçenler kendilerini AVM’lerde işçi kılarak bir boyunduruk altına sokuyorlar, ama isteye ama istemeye…
***
Peygamberimiz@ yeni evlenenlere düğün hediyesi olarak koyun gönderirmiş. Bereketin ve kendi kendine yeterliliğin sembolü koyun… Çoğaldıkça çoğalan; etinden, sütünden, yününden sahibine bereket kazandıran koyun! Şimdi yeni evlenenler lüks yaşama uğruna borcun, kredinin, faizin, bereketsizliğin içine düşüyor. Kentlerde ne koyun yetiştirmeye, ne de ekip biçmeye imkân var üstüne üstlük. Asfaltın bereketsizliği canımızı yakıyor, biz ise tüm bunlara “gelişme” adı altında güzellemeler yazıyoruz. Oysa eskiden mahallelerimizde bir nebze olsun köy hayatını yaşıyorduk: bahçesi olan domatesini, biberini ekerdi; kümesi olan tavuğunu, kazını beslerdi.
***
İşin garibi şu ki köyden kaçıp kente geliyoruz ama hepimiz organik ürünlerle “köy yumurtası, köy tavuğu, köy ekmeği, köy yoğurdu…vs.” peşindeyiz. Elimizin tersiyle ittiğimizi daha sonra yana yakıla arıyoruz.
Gelişmiş, kalkınmış dediğimiz kentler bize “üretim” fırsatı da vermiyor elbette. Küresel şirketlere, büyük firmalara muhtaç ve müşteri kılıyor.
***
Mesele uzun… Nasipse sonra devam ederiz. Ama mutlaka seyredin diyeceğim iki şey var. Birincisi yukarıda anlattığım romanın sinema filmi… 1940 yapımı Gazap Üzümleri’ni bir yerlerden bulup mutlaka seyredin.
İkincisi ise Gıda A.Ş. (Food, inc.) isimli belgesel film. 2009 yapımı bu belgeselde sahip çıkmamız gereken en önemli şeyin gıda (su, tarım, hayvanlar ve sebzeler) olduğunu çok net göreceksiniz.