Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Muharrem Günay

TÜRK MİLLETİ, DÜNYA TARİHİNİN EN ESKİ KÜLTÜR VE MEDENİYETLERİNDEN BİRİSİNE SAHİPTİR

Türk Milleti, dünya tarihinin en eski kültür ve medeniyetlerinden birisine sahiptir. Bilinen tarihin hemen her devresinde Türkler var olmuşlardır. Binlerce yıllık Türk tarihinin başlangıç noktasını ve yerini tespit etmek kolay değildir. Arkeolojik kazılarla ve antropolojik araştırmalar neticesinde ortaya çıkarılan, milâttan önce 4000 yıllarına kadar inen ve Orta Asya’nın en eski kültürü olan Anav kültürünün Proto-Türklerle ilgisi olması ihtimali yüksektir. Bu ihtimalin doğruluğu halinde, 6000 yıllık çok eski bir tarih bahis konusu olmaktadır. Orta Asya’nın bu kadîm kültürlerinde devirler yakınlaştıkça Proto-Türklerle irtibat ihtimali yükselmekte; Kelteminar ve Afenesevo (M. Ö. 3000), Andronova (M. Ö. 1700) ve özellikle Karasuk (M. Ö. 1200), Tagar ve Taştık (M. Ö. 700) kültürlerinde Türk kültürünün izleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu takdirde ortalama olarak 3000 yıllık bir Türk tarihi söz konusu olmaktadır. Bir taraftan proto-Hunların, diğer taraftan da Sakaların tarih sahnesine girmesi, 2500-3000 yıllık tarihî devreyi daha da kuvvetlendirmektedir. Büyük Hun İmparatorluğu’nun( M. Ö. 318-M. S. 216) Çin yazılı kaynaklarına göre kesinlik kazanan tarihi ve Göktürklerin bizzat Türk alfabesi ile Türkçe yazdıkları Orhun Âbideleri bu dönemin tarihini, bilimsel deliller ile ispat etmektedir. Ayrıca, Sümerlerin, Etrükslerin ve Kimmerlerin, Türklerle önemli linguistik bağlara sahip olmaları (Sümer dilinde çok sayıda Türkçe köklü kelime bulunması), kazılardan elde edilen arkeolojik buluntular ve sonraki yüzyıllarda Avrupa’da, Kafkasya’da, Anadolu’da ve Karadeniz’in kuzeyinde bulunan balballar ve diğer kalıntılar; Türklerin binlerce yıl önce de Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde yaşamış olduklarını akla getirmektedir.
Türklerin anayurdunun, Sibirya’nın güneyinde, Tanrı dağlarının ve Altay dağlarının eteğinde olduğu görüşüne karşılık bunu daha batıda Hazar çevresinde, hattâ Güney Kafkasya’da ve Doğu Anadolu’da arayan bilim adamları da bulunmaktadır (Güzel, H. C. , Birinci, A. 2002, Genel Türk Tarihi, İlk Çağ).
Keza Kazakistan’da bulunan Alma-atı Ģehrinin 50 km. doğusunda Yesik=Eşik Kurgan’da yapılan kazılarda da, M.Ö. V-IV. yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda dört bine yakın altın eşya gün yüzüne çıktığı gibi, üzeri baştan başa altın plâkalar ve aplikasyonla kaplanmış genç bir adamın cesedi de bulunmuştur. Bu Altın Elbiseli Adam’ın başındaki börkün ve elbiselerinin baştanbaşa altınla donatılması ve bu altın plâkalar üzerinde pars, at, dağ koyunu, dağ keçisi, sığır figürlerinin işlenmesi, Hunların faunasında bulunan ve plâstik sanatlarında uyguladıkları aynı hayvan cinslerini hatırlatmaktadır. Ayrıca bu kazıda Altın Elbiseli Adam’la birlikte Göktürk harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazıya da rastlanmıştır. Bu buluş Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır. (Genel Türk Tarihi,2002, Cilt 1, s. 7)
Tarih ilminin tespit ettiği ve kendine mahsus ileri bir kültür örneği olan Bozkır kültürü, M.Ö. 1500-1700 yılları arsında teşekkül eden ve yaşayan örnek bir kültür olarak bilinmektedir. Atın ehlileştirilmesi, hayvan yetiştiriciliği-besicilik yani üreticilik ve demirin ileri bir teknikle işlenmesi, devletçilik ve teşkilatçılık ve toplumu Töre denen herkesin uymakla mecbur olduğu sosyal kurallarla sevk ve idare etmek bu kültürün önemli özelliğidir. Mücadeleci bir yapıya sahip olan Türk milleti, bunun gereği olarak ihtiyaçları ölçüsünde seyyar evler, hasta haneler ve eğitim kurumları yapıyorlardı. Bu hâl onların kolay hareket etmelerine, mekân değiştirmelerine imkân sağlıyordu. Bunun yanında medeniyetin ölçüsü sayılan giyinme, en pratik ve en kullanışlı seviyededir. Madde ile ruh, mazi ile hâl ve muhafazakârlık ile inkılâpçılık, Türk insanının yapısında öyle kaynaşmıştır ki, bu kaynaşmanın eseri, siyasî, içtimaî ve hukukî nizam, Türk devletlerinin ihtişamında belirerek yüzyıllarca yaşamış ve milletin yaşamasını sağlamıştır. Bu birleşme, Türk milletinin sosyal yapısı ile yakından ilgilidir. Türk devletinin ve Türk milletinin temeli ve çekirdeği olan ailenin sağlam olması, bunun uruğ, boy, budun şeklinde teşkilâtlanması, buradan devletin doğmasına ve devlet kanalıyla bir milletin ideallerini gerçekleştirmesi sonucunu getirmektedir. Aile, uruğ, boy ve il (Devlet)in sağlam teşkilâtlanması bir yandan millî ideallerin ve ülkülerin birliğini sağlıyor, bir yandan da Türk ruhundaki dinamizm ve hürriyet fikrinden olsa gerek, büyük devletlerin kurulması yanında parçalanmayı da beraberinde getiriyordu. Bu tarz katı devletçilik şekli, âdeta kendi arasında bir yarışa zemin hazırlıyor, Türkün Kızılelma’ya gitmesini daha da dinamik kılıyordu. Türk milletinin sosyal yapısı, sosyal yapıyı ayakta tutan maddî ve manevî dinamikler, dünya nizamını kurmakla görevlendirilmiş olma düşüncesi onların Kızılelma’ya yol almalarını gerektirmekteydi. Binlerce yıldan beri milletin şuuraltına yerleşen bu duygu, tarihî dönemler itibariyle yeniden ortaya çıkıyor, yeniden millete hayat veriyordu. Onların hayata sıkı sıkıya bağlanmalarını ve kendi dinamiklerini korumalarını sağlıyordu. Oğuz Han’dan, Osman Gazi’ye, Osman Gazi’den, Fatih’e, Yavuz’a, Kanuniye, Atatürk’e, Alparslan Türkeş’e, Devlet Bahçeli’ye kadar Kızılelma ülküsü Türk milletinin var olma ve dünyayı idare etme ve dünya barışını tesis etme ülküsünün en üst seviyede olmasına işaret sayılır.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti