Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Hasan Tahsin Günek

PROF. DR. KARL ESCHERİCH’İN ANADOLU SEYAHATİ VE AFYONKARAHİSAR TREN İSTASYONUNDA 1897 TÜRK- YUNAN HARBİNDEN DÖNENLER

Yaptığı araştırma ve çalışmalarla yurdumuzun entomolojik (Böcek Bilimi) alanına büyük katkı sağlayanlardan birisi de Alman Prof. Dr. Karl Escherich’tir.1871 yılında Bavyera Schwandorf’ta doğmuş ve 22 Aralık 1951 tarihinde, Münih’te hayata veda etmiştir.
Kendisi de genç bir yaşta vefat eden İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi hocalarından Dr. Mesud Defne (1914-1955)1, Karl Escherich’in vefatı münasebetiyle orman fakültesi dergisinde bir yazı kaleme alır.2 Dr. Mesut Defne yazısında Prof. Escherich için şöyle diyor:
“Dünkü Alman Orman Entomolojisinde nasıl Ratzeburg kendine has bir devir yarattı ise bugünkü modern ormancılık entomolojisinde de Escherich bu nevi bir ölmezlik garantisini sağlamış bulunmaktadır. Türkiye’ye yaptığı birçok gezilerden sayısız ve kıymetli örnek ve malzemelerle döndüğü için Escherich’in yurdumuz entomolojik oluşumuna da ayrıca büyük yardımı dokunmuştur.”
Escherich hayatı boyunca dünyanın dört bir yanına inceleme ve araştırma gezilerine çıkmış ve bu çerçevede Türkiye’ye de gelmiştir.
Escherich ve Türkiye Gezileri:
Prof. Escherich 1895, 1897 ve 1929 yıllarında olmak üzere üç defa Türkiye’ye gelmiştir.
Birinci gezi: İstanbul – Bilecik – Eskişehir – Ankara ve Ankara civarında Elmadağ, Yahşihan yakınlarında Kızılırmak’a, Kızılca ve Seydihamam kaplıcalarına,
İkinci gezi: İstanbul – Mudanya – Bursa – Bilecik – Eskişehir – Akşehir (Permata köyü ve Sultandağı) – Konya – Tuz gölü – Hasan dağı – Tuz gölünün kuzey batı tarafındaki İnevi köyü ve Konya,
Üçüncü gezi: Beyrut ve oradan da deniz yoluyla Mersine geçmiştir. Seyahatin bundan sonraki seyri ise Mersin – Adana – Konya – Akşehir – Afyonkarahisar – Eskişehir ve Bilecik üzerinden İstanbul’a olmuştur.
Prof. Dr. Karl Escherich’in 1897 yılında çıktığı gezisinde görüp yaşadıkları Allgemeinen Zeitung gazetesinde kendi kaleminden “Asya Türkiye’sinden Manzaralar” başlığıyla yayınlanmıştır.3 Bu yazısında geldiği Afyonkarahisar’dan da bahsetmiştir.
Asya Türkiye’sinden Manzaralar
Escherich 1897 baharında Avrupa üzerinde toplanan karabulutların ilk zamanlar pek kimsenin dikkatini çekmediğini, ama en sonunda yoğunlaşan bu karabulutların ardından fırtınanın patladığını söylüyor. Böyle bir ortam da Doğu’dan uzak kalmayı tercih edenlerin aksine az da olsa bazı kimselerin tamda böyle bir ortamda doğuya seyahat ederek başarılı işler çıkardıklarını söylüyor. Escherich Türklerin Almanlara bakış açısını şöyle özetliyor:
“Biz Almanlar artık Türkler tarafından özel bir nezaket ve samimiyetle karşılanıyoruz. Öyleyse bizi böylesine güzel ve ilginç bir yolculuktan ne alıkoya bilir?”
Escherich böyle bir ortamda 1897 baharında İstanbul’dan hareketle denizyoluyla Mudanya’ya ulaşır. Bu sırada gemide Rum bir kadının ölmesi üzerine diğer yolcularla beraber geçici karantinaya alınır. Görevli bir doktorun gelerek yaptığı kontrollerden sonra karantina kaldırılır. Böylelikle gemiden inebilirler. Bu arada Prof. Escherich yaşanan durum karşısında şaşkınlığını ifade etmeden geçemez. Şöyle diyor:
“Doğulular arasında ölüme karşı kayıtsızlık akla gelebilecek en büyük kayıtsızlıktır. Bu sadece saf kaderciler olarak Türklerin özelliği değildir. Aynı zamanda yavaş yavaş diğer ırklara da yayılmıştır.”
Sıkı Bir Gümrük Muayenesinden Geçiş…
Escherich gemiden indiğinde yaşadıklarına dair ise şunları söylüyor:
“Dışarıda hemen her taraftan tazyike uğradım. Biri Türk pasaportu istedi. Diğeri kendim ve hamallar için beş kuruşluk köprü (25 metre uzunluğundaki iskele!) geçiş ücreti istedi. Üçüncüsü bileti istedi ve dördüncüsü beni gümrük muayenesine götürdü (beş saat içinde ikinci muayene). Bu durum İstanbul’da oldukça utanç vericiyse, burada kesinlikle bu his duyulmamıştı. İlk şey, tüfeğimin elimden alınması ve müdürün odasına götürülmesiydi. Ama gerekli tüm silahlar, belgeler ve daha yüksek rütbeli kişilere tavsiye mektuplarım yanımdaydı, Bu yüzden ne için endişelenmeliyim? Hemen gümrük müdürüne gittim ve İstanbul polisinin bana verdiği ve bu arada on marktan fazla maliyeti olan silah belgesini ona gösterdim. Ama ne duymam gerekiyordu! Müdür, benzersiz bir soğukkanlılıkla ve rahatça pasaportta silahla ilgili hiçbir şey olmadığını iddia etti. Kendi gözlerimle gördüğüm gerçeklerin bu kadar doğrudan inkârı daha önce hiç başıma gelmedi. Büyük bir heyecanla diğer yetkilileri çağırdım ve onlardan burada kâğıt üzerinde bir silahtan bahsettiğini söylemelerini istedim. Öyle de yaptılar. Böylece müdürü gerçeği kabul etmeye zorladım. Sert beyefendi “İyi! Pasaportunuz düzgün, polisten silah taşıma izniniz var” dedi. Ama buna rağmen, “Küçük Asya’ya herhangi bir silahın girmesini engellemek için Savaş Bakanlığı’ndan gelen gizli emirler gereği maalesef yine de silahınızı sizden almak zorundayım.” Dedi. Yani yeni bir yol ve ilkinden daha tehlikeli… Çünkü burada bir yalanı kanıtlamak imkânsızdı. Bunu hemen gördüm. Dostça, yumuşak bir ses tonu ile yaklaştım. Ama başarılı olamadım. Sonra tam tersini denedim. İyi tanıdığım Büyükelçi, İçişleri Bakanı ve Bursa Valisi ile tehdit ettim. Ama hepsi boş…”
Escherich verdiği mücadele sonunda silahını geri alabildiğini, ancak bu sırada diğer görevlilerce bagajının kontrolü esnasında, zoolojik koleksiyon için özenle paketlenmiş tüm camların ambalajlarının yırtılmış ve her yere fırlatılmış gördüğünü, daha önce hiç yaşamadığı skandal bir muamele ile karşılaştığını söyler.
Escherich, “Trende otururken Allah’a şükrettim ve uzun süre gümrük muayenesinden geçmek zorunda kalmama düşüncesiyle kendimi teselli ettim. Aynı zamanda, yüce gönüllü bir koruma mektubum olmadan bir daha Küçük Asya’ya seyahat etmeyeceğime yemin ettim. Bu tür bir referans mektubu bir gezgini, yolculuğun zevkini önemli ölçüde azaltan tüm bu rahatsızlıklardan korur. Ama Mudanya’da yaşadığım muamelenin kesinlikle bir kural olmadığını belirtmeliyim.” Diyor.
Escherich bir kaynaktan öğrendiğine göre Mudanya’da maruz kaldığı uygulamanın geçerli sebepleri olduğunun söylendiğini belirtiyor. Bunu da şöyle ifade ediyor: “Mudanya-Bursa demiryolu şirketinin zararına Mudanya üzerinden trafiği olabildiğince zorlaştırmak istiyorlar. Bu şekilde Fransız şirketini yıpratmayı ve demiryolunun sahipliğini ucuza almayı umuyorlar sanırım.”
Bursa Ovası
Demiryolu, Bursa ovasına ulaşmak için 1,5 saat boyunca son derece verimli arazide güçlü dönemeçlerde kıvrılıyor. Manzara etkileyici:
Hala karla kaplı olan kudretli Olympos’un (Uludağ) eteğinden aşağıda sonsuz bir ev denizi uzanıyor. Orada çok sayıda kubbe ve ince minare göğe yükseliyor. Yeşil fayans kaplı türbe akşam güneşinde nefis bir şekilde parlıyor. Her yere dağılmış uzun, koyu selviler, padişahların eski ikametgâhı olan gerçek doğu kentinin muhteşem resmini tamamlıyor. Kalış süresi göz önüne alındığında yeni bir şey eklemek küstahlık olur. Bilindiği gibi, Bursa artık esas olarak ipekçiliği ile ünlüdür. Orada birkaç yıldır müdürlüğünü Alman Konsolosu Scholer’ın yaptığı bir “École séricale” var. Pastör’ün ayırma yöntemi de uygulandığı için, Fransız ipek tohumları için her yıl yapılan büyük harcamalar azaldı. Buradan birkaç gün daha doğuya giderek Bilecik’te Anadolu Demiryoluna ulaştık.” Diyor ve ekliyor:
“Yolculuk bazen at sırtında bazen at arabasıyla 18-20 saat sürüyor. Yol geniş ve mükemmel durumdadır. Küçük Asya her iki taraftaki arazi son derece verimli görünüyor. Dut ağaçlarının ve zeytinliklerin olmadığı yerdeki en küçük bir toprak parçasından arpa ve buğday tohumları filizleniyor. Her yerde insan iyi yönetimin etkisini fark ediyor. Aslında Bursa Valisinin son derece gayretli ve adil, ancak katı ve enerjik bir adam olduğu söylenir. Burada beş yıldır validir.”
Escherich bu esnada idari sistemle ilgili aksaklık olarak ve yanlış bir uygulama olarak gördüğü bir tespitini şöyle ifade ediyor:
“Genellikle bir Vali aynı yerde yalnızca bir veya iki yıl kalır. Elbette bu son derece eleştirilecek bir sistem, çünkü bu kadar kısa bir süre içinde bir vali, reformları gerçekleştirmeye devam etmek şöyle dursun, vilayetini yüzeysel olarak tanımakta bile güçlük çeker. Bunu gören Valiler, çoğunlukla çevrelerinin refahını artırmak için hiçbir çaba göstermezler. Aksine, asıl dikkatlerini tebaası pahasına kendi ceplerini doldurmaya odaklarlar.”
Buyrultu!
Escherich burada “Buyurultu”dan bahsediyor. Bahsettiği buyrultu, sadrazam, vezir, beylerbeyi v.b… yüksek devlet görevlileri tarafından yazılan buyruk, emirname demektir. Escherich, bu resmi yazının, halkın ve yetkililerin üzerinde muazzam bir etkisi olduğunu, bu yazıyı gören yetkililerin sıkıntı vermek şöyle dursun, bu yazıyı gösteren ilgilisini memnun etmek için ellerinden geleni yaptıklarını belirtiyor. Hatta konuyla ilgili başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Yenişehir’de, gece geç saatlerde odamıza gelen ve çok sert bir şekilde bizden pasaportumuzu talep eden polis komiserine pasaport yerine buyrultuyu gösterdiğimde durum çok komikti. Buyrultuyu göstermemin hemen ardından bir refleks hareketi gibi en hürmetkâr selam verildi. Sol el gövdeye konuldu ve sağ el önce yere, sonra göğse ve son olarak fese değdi. Daha sonra bir isteğimiz olup olmadığı soruldu.” Diyor.
Escherich, “Ertesi sabah saat 5’te tepeden tırnağa silahlı bir atlı zaptiyenin avluda beklediğini gördüğünü ve Bilecik’e giden arabasına eşlik etmesi için emir aldığını kendisine söylediğini, dolayısıyla bunu reddetmenin yerel nezakete de aykırı olacağından kabul etmek durumunda kaldığını belirtir.
Almanların Anadolu’da Bazı Tarımsal Girişimleri
Escherich devamla, Bilecik’e ve oradan da trenle büyük, oldukça Avrupaileşmiş ve ticaret çevrelerinde iyi bilinen Eskişehir’e kolayca gidilebildiğini, bölgeden çıkarılan lületaşlarının genellikle kız kardeşiyle birlikte çok iyi bir han işleten Alman Bohemyalı “Madam Dadia” ya gittiğini, bütün Almanların Madam Dadia’nın otelinde bir araya geldiğini söylüyor. Escherich bu seferki gelişinde sadece Hannover’den bir yurttaşıyla tanıştığını, bu kişinin eskiden Bonn’daki ziraat okulunda öğretmen olan, şimdi ise demiryolu şirketinde kültür müfettişi olarak çalışan Bay Hermann olduğunu belirtir. Escherich’e göre Bay Hermann’ın çalışmaları, ülkenin kültürel kapasitesinin doğru değerlendirilmesi açısından son derece ilginç ve değerlidir. Escherich şöyle devam ediyor:
“Küçük Asya’daki en azından merkezi dağlık bölgelerin bileşimi hakkında bildiklerimizin çoğunu ona borçluyuz. Sadece deneme üretimleri değil, çok sayıda toprağın kimyasal analizleri de bu dönemde yapıldı. Çiftçi bundan toprağın kullanılabilirliğine dair çok iyi bir fikir edinebilir. Adapazarı’nda şerbetçiotu denemelerinin sonuçlarının çok iyi olduğu ve kalitenin hiçbir şekilde Orta Franken şerbetçiotundan daha düşük olmadığı söyleniyor. Zengin Türkler, büyük ölçekte şerbetçiotu yetiştirmek için şimdiden bir konsorsiyum oluşturdu. Kalite ve miktar açısından tüm beklentileri aşan patates deneyleri de şaşırtıcıydı.”
Asil Türk Çiftçisi
Prof. Escherich Türk çiftçisine dair bazı tespitlerde de bulunuyor. Yaptığı tespitlerde şunları söylüyor:
“Hemşehrimizin (Bay Hermann), Anadolu’daki faaliyetleri de başka bir yönde gelişiyor. Türk köylüsüne toprağın akılcı bir şekilde işlenmesini, Avrupa’dan getirilen sabanların, tırmıkların ve diğer makinelerin nasıl kullanılacağını öğretiyor. Demiryolu şirketi tarafından karşılanan tohumları ücretsiz veya çok ucuza dağıtıyor. Bay Hermann, Türk çiftçisinin sadakatini ve minnettarlığını övdü. Teslim edilen pullukların bedelinin ödenmemesi gibi bir durum asla olmadı. Çiftçi kararlaştırılan gün ve saatte gelir. Gelirken de parayı getirir. Sözünü bozmaktansa ailesiyle birlikte aç kalmayı tercih ederdi. Türk köylüsü ile memuru arasında dünyalar kadar fark var! Türk köylüsü karakteri ve ahlakı hâlâ sağlıklı, sabahtan akşama kadar çalışıyor. Ancak hasat zamanı ürününü bir memurun keyfine bırakıyor.”
Prof. Escherich’in Madam Dadia’nın Otelinde Tanıştığı Genç Yüzbaşı Ziya Bey…
Escherich, Eskişehir’deki Dadia Oteli’nde oldukça ilginç biriyle tanıştım. Almanca’ ya tam hakim olarak, birçok Alman askeri eserini Türkçe’ ye çevirmiş ve padişahtan özel bir ödül almış. Kendisi başından geçen ve kurnazlığının güzel bir kanıtı olan birçok şakayı ve macerayı bize anlattı. Ne yazık ki, pek çok açıdan ilgi çekici olması gereken pek çok örnekten, münasebetsiz olmadan yalnızca birini burada paylaşabiliyorum:
Haydutlarla Mücadele!
Yaklaşık bir yıl kadar önce İstanbul yakınlarında iki Fransız hanımın haydutlar tarafından kaçırıldığı ve 10.000 Türk Lirası fidye istendiği haberini sevgili okurlarımız hala hatırlarlar. Türk hükümeti bu büyük meblağı ödedi. Hanımlar serbest bırakıldı. Şimdi de haydutlar yakalanıp verilen paralar geri alınacaktı. Genç Yüzbaşımız Ziya Bey’e bu görev verilmişti. Haydutların bulunduğu dağ kuşatıldı ve her yönden yukarı doğru ilerlediler. İki haftalık operasyonların sonunda tamamı Rumlardan oluşan sekiz kişilik bir eşkıya çetesiyle çatışma çıktı.
Üç asker ve iki subayın öldüğü ve çok sayıda yaralananın olduğu bir mücadele başladı. Haydutlardan ise üçü öldürüldü, ikisi yakalandı ve üçü de kaçtı. 6.000 Türk Lirası para bulundu, ele geçenler daha sonra İzmit’e götürüldü ve orada üç ölü haydut pazar yerindeki kazıklara dimdik bağlanırken, iki mahkûm bu grubun her iki yanında zincirlere vuruldu. Bölge sakinleri iki gün boyunca bu manzarayı seyretti. Türkiye’de, ölü veya diri, katilleri veya diğer ağır suçluları caydırıcı bir örnek olarak halka teşhir etmek eski bir uygulamadır. Ama bu yöntem belki de tam tersi bir etkiye sahip olabilir. İnsanları soylulaştırmaktan çok vahşileştirmeye katkıda bulunabilir. En azından, bu ve diğer grupların birkaç fotoğrafını ve ayrıca ailelerde tek tek kopmuş kafaları bulmam beni etkiledi.”
Üç Çocuğu Varken Altı Çocuğu Olan Adam!
Prof. Escherich o sıralarda sürmekte olan 1897 Türk – Yunan Savaşı sırasında Eskişehir’de Madam Dadia’nın otelinin bulunduğu mahallede yaşayan ve savaş nedeniyle Türk – Yunan sınırındaki Teselya’ya gönderilmek üzere askere çağrılan bir adamın Madam Dadia’ya gelerek bu konuda kendisine yardımcı olmasını istediğini söylüyor. Escherich, Madam Dadia’nın otelinden ayrılmadan önce tanık olduğu bu hadiseyi ise şöyle anlatıyor:
“Madam Dadia” dan ayrılmadan önce, ev sahibemizin çok faydalı bir şekilde dahil olduğu küçük bir olayı anlatmak istiyorum: Mahalleden fakir bir Türk, Teselya sınırına (Bugünkü Yunanistan’da bir bölge.) askere çağrılır. Tabii ki Bayan Dadia, zavallı yedek askere bu konuda mümkün olduğu kadar çok yardım etmeyi kabul etti. Ancak ona önce çocuklarıyla birlikte Kaymakam’a gitmesini ve durumunu anlatmasını tavsiye etti. Adam kendisine söyleneni yaptı. Ama ne olur ne olmaz diye üç çocuğuna ek olarak mahalleden üç tane çocuğu daha yanına aldı. Kaymakam, adamı ve altı çocuğu bir arada görünce haklı olarak durumuna çok üzüldü. Zavallı babanın askerden muaf tutulmasını ve yedek kalmasını sağlayan işte bu altı çocuk oldu. Bayan Dadia’ya da, verdiği taktik başarının sağladığı büyük bir mutluluk kaldı.”
Prof. Escherich, demiryolunun Eskişehir’de ikiye ayrıldığını, bir hattın Ankara’ya ve diğer hattın Konya’ya gittiğini belirterek, ilk hattı 1895 yılından beri bildiğinden bu seferki yolculuk için Konya’ya giden diğer hattı seçtiğini söylüyor. Bu hattaki yolculuk kendisi için biraz daha ilginç ve şaşırtıcı bir hal almaktadır. Şöyle der:
“Yolculuk oldukça ilginç ve çeşitlidir. Peronun her iki tarafındaki yükseltileri kaplayan birkaç küçük çam ağacının ortaya çıkması beni özellikle şaşırttı. Çünkü Küçük Asya’nın iç kesimlerinde kozalaklı iğne yapraklı ağaçlar bulmak nadirdir. E. Naumann’ın “orman” hakkında bildirdiği gibi, şimdi çevrede yaşayanlar tarafından çocukça bir kıskançlıkla korunan, belki bir zamanlar tüm yarımadanın üzerine yayılmış bir ormanın kalıntıları, orada burada çok seyrek küçük çam grupları halinde bulunur. Ankara’nın doğusu ve Küçük Asya’nın kıyı bölgesi genellikle hala iyi ormanlıktır. Bazı yerlerde orman kıyıdan oldukça iç kesimlere uzanır. Örneğin, Mudurnu Suyu vadisi (Ankara’nın kuzeybatısında) zengin yaşlı ormanlara sahip olduğu söyleniyor ve biraz daha kuzeyde ormanın o kadar geniş alanlara sahip olduğu söyleniyor ki, kereste taşımacılığı için bir demiryolu projesi bile düşünülüyordu.”
İhmal Edilen Ormanlar
Escherich, Ormanlık alanların korkunç bir şekilde ihmal edildiğini etkin bir orman idaresi bulunmadığından Ankara Kızılcahamam yakınında bakımsız ve kontrolsüz kalan ormanların ağaçlara zarar veren çeşitli böcekler tarafından tahrip edilip yok edilmesini, hem de devlet maliyesinin paraya ihtiyaç duyduğu bir dönemde bunlardan faydalanılmadığını gördüğünde tüm bunlara hayret ettiğini söylüyor.
Hatta iki yıl önce bir fırtınada devrilen en güçlü ağaç gövdelerinin oldukları yerde çürüdüğünü ve ölü ağaçların, kabuk böceklerinin ve diğer zararlıların hızlı bir şekilde yayılmasını sağladığını görmesinin kendisini çok etkilediğini belirtiyor.
Tüm bu olumsuzlukların yaşanmasına sebep olarakta devlet bütçesinden makul bir şekilde harcamaları karşılamak için ülke kaynaklarının rasyonel kullanımı ve üretimden daha ziyade, kırsal nüfusun anlamsızca vergilendirilmesi veya memurların maaşlarının ödenmemesi gibi kınanacak yöntemlere başvurmanın çok daha kolaya geldiği yorumunu yapıyor. Escherich Eskişehir’den sonra yoluna devam ederek yolda gördüklerini aktarmayı sürdürüyor:
“İki saatlik bir yolculuktan sonra, çam ağaçları giderek gözden uzaklaşıyor ve yavaş yavaş tamamen gözden kayboluyor. Artık manzarayı yine çıplak, yetersiz otlaklar, serpiştirilmiş tarlalar ve kayalar oluşturuyor.”
Ancak Escherich bu durumun göze sıkıcı gelmediğini söylüyor. Çünkü civarında Frigya kaya mezarları ve eserleri vardır. Bölgede su ve rüzgârın yanında insan emeğinin izlerinin de görüldüğünü, daha dik kaya duvarlarda, tüm kaya bloğuna dağılmış oldukça büyük dikdörtgen veya kare oyuklar görülebildiğini, bunların birkaç bin yıl önce sert kayaya kazılmış olan kaya mezarları olduğunu, bunlardan iyi korunmuş durumda olanların bugün hala çobanlar için iyi bir barınak veya mesken görevi yaptığını söylüyor.
Afyonkarahisar’a Geliş (1897 Baharı)
Prof. Escherich Afyonkarahisar’ı ilk gördüğünde manzaradan çok etkilenir. Afyonkarahisar’a gelişini ve gördüklerini ve edindiği ilk izlenimleri şu şekilde not eder:
Genel Görünüm
Öğleye doğru Afyonkarahisar’a geliş: Birkaç yüz metre yüksekliğinde kayalık bir koninin eteğinde yer alan ve ikinci konisine kadar uzanan, biraz alçak ama çok çentikli büyük bir Türk şehri. İkinciden biraz uzakta, yine ikinciden biraz daha alçak, ancak bununla aynı tuhaf şekle sahip üçüncü bir koni duruyor. Huart’ın (Clement) dediği gibi, herhangi bir gezgine üç koninin yalnızca ana hatları gösterilse, Karahisar’ı hemen tanıyacağı manzaraya o kadar tuhaf, ayırt edici bir karakter vererek üç koni birdenbire ovadan yükselir. Bu üç tuhaf direği şekillendiren yine usta’nın yıkıcı, yüzey değiştiren gücüydü. Volkanik kökenli ve daha sert bir dokuya sahip olan bunlar, ustaya daha fazla direnç gösterdi. Böylece üstteki, daha yumuşak kayadan lakkolitler veya taş çekirdekler şeklinde soyuldu.
1897 Türk – Yunan Savaşından Terhis Olanları Karşılamak İçin Afyonkarahisar İstasyonuna Gelen Mahşeri Kalabalık
Prof. Escherich, Afyonkarahisar’a geldiği sırada 1897 Türk – Yunan Savaşından terhis edilen Karahisar Redif Tümenine mensup askerlerin Afyonkarahisar Tren İstasyonunda 7’den 70’e tüm Afyonkarahisarlılar tarafından karşılanmaları sırasında gördüklerinden çok etkilendiğini belirtir. İstasyona gelen halkın sevinç, özlem ve acılarını kontrol ederek nasıl metanetli bir şekilde askerden dönenleri karşıladıklarına gıpta ederek bakar. O gün Afyonkarahisar Tren istasyonunda gördüklerini şöyle nakleder:
“Güzel ve büyük istasyona girdiğimizde, son derece canlı ve ilginç bir manzarayla karşılaştık. Uzaktan bile dikkatimi çeken istasyon binasının yanındaki, baştan aşağı bembeyaz beneklerle kaplı görünen, yakından bakıldığında ise Türk kadınları ve kızları olduğu anlaşılan tepeler. Neredeyse yere kadar uzanan beyaz örtüleri yüzlerini de neredeyse tamamen kapatıyor. Sadece burada bir çift iri kara göz, örtünün altında gerçekte neyin saklı olduğunu bize anlatıyor. İstasyon meydanı Türk erkekleriyle dolup taşıyordu. Çoğu o güne özel kıyafetlerini giyinerek gelmiş olan binlerce kişi burada toplanmış ve istasyonu çevreleyen ve demiryolu boyunca uzanan çitin yanında duruyorlardı.
Sonsuz insan kitleleri şehirden dışarı aktı. Kimi yaya, kimi at ve eşek üzerinde, kimi de arabalarla istasyona geldiler. Bu sırada bir askeri müfreze koşar adım geldi. Kısacası olağanüstü bir olay yakın olmalıydı. İşte manzara böyleydi! Bir süre önce Teselya sınırına çağrılan redif taburları, birliklerin evlerine geri gönderilmesine ilişkin verilen ani bir emirin ardından bugün (11 Nisan) Karahisar’a dönecekti. Herkes çok heyecanlıydı. Burada genellikle Türklerin özelliği olan üzgün ya da kayıtsız bir ifade yoktu. Yüzlerinde büyük bir gerginlik ifadesi vardı. Sevinç patlamalarını nasıl durdurmaya çalıştıkları açıkça görülüyordu. Ve tren uzun süre istasyona doğru ilerlemedi! Bu arada şehrin ileri gelenleri istasyon peronunda toplanmış, mutasarrıf, kaymakam, emniyet müdürü ve diğer bazı üst düzey görevliler orada bir arada durarak son derece önemli bir duruş sergilemişler ve bu da görünüşe göre halkı etkilemişti.4
Sonunda, uzaklarda, iki lokomotifin çektiği uzun bir tren yavaş yavaş yol almaya başladı. Kalabalık müthiş bir kargaşaya karıştı. Herkes şaşkınlık içinde koşuşturuyor ve yüksek bir noktaya ulaşmaya çalışıyordu. Atların ve katırların her birinin üzerinde enaz ikişer kişi vardı. Treni görebilmeleri için saçı sakalı ağarmış olan yaşlı Türkler torunlarını havaya kaldırdılar. Şimdi bağırışlar durdu. Vagonlardan bir selam, sonsuzluğa bir çağrı ve görevliler kalabalığa henüz tüketmedikleri yiyecekleri dağıttı. Tren durdu. Her şey sessizleşti. Çok kısa sürede birlikler sıraya dizildi. Ufak tefek yapılı bir beyefendi olan mutasarrıf ön tarafta volta atıyordu. Sonra ezan okundu. Herkes hürmetle orada namaza durdu. Bir süre ölüm sessizliği hüküm sürdü. Sonra bandodan bir melodi duyuldu. Bunun üzerine askerler esrarengiz bir coşkuyla “Padişahım çok yaşa!” diyerek hep bir ağızdan bağırdılar. Osmanlı’nın bu kadar coşkulu olabileceğine asla inanmadığım için karşılamaya hayran kaldım.
Coşku, Yunanlıların, İtalyanların ve özellikle de Fransızların büyüsüne bu kadar kolay kapıldığı ve onlara ciddi bir rezalet getiren fırtınalı ve vahşi değil, temelde çok yüzeysel ve bu nedenle hızla buharlaşan bir coşkuydu. Burada bu patolojik akıl hastalığı salgınını görmedim. Ama bu gördüklerimiz, Karahisarlıların geri dönen oğullarını ağırbaşlı, yürekten ve derinden hissettikleri bir karşılamaydı. Onurlarını korudular ve çocukça bir duygusallığa dönüştürmediler. Ancak sevinçleri uzun sürmedi. Neredeyse hiç yoktu.”
Nasrettin Hoca Türbesi
Prof. Escherich, Afyonkarahisar’a dair gözlemlerini paylaştıktan sonra yoluna devam ederek Akşehir ‘e varıyor. Burada Nasrettin Hoca ve türbesi hakkında şunları söylüyor:
Nasrettin Hocanın bir aziz olarak saygı gördüğünü ve dünyanın dört bir yanından insanın hocanın mezarına gelerek dua ettiklerini ve yanlarında getirdikleri çaputları türbeye bağladıklarını söylüyor. Anadolu’da duvarları rengârenk olan bu türden türbelere sıklıkla rastlanıldığını, bunun her zaman orada ermiş bir kişinin gömülü olduğunu gösterdiğini aktarır. Nasrettin Hoca’nın türbesini ziyaret ettiği sırada bazı yaşlı subayların yüzlerinde büyük bir ciddiyet ve derin bir bağlılıkla diz çökerek dua ettiklerini gördüğünü, hocanın türbesinin toprağını belki de son defa öperek Teselya sınırına gitmek üzere yola çıktıklarını aktarıyor.
Balık Ticareti İçin Akşehir’e Yerleşen Avrupalı Aileler
Prof. Escherich Akşehir’in, hepsi olağanüstü bir balık bolluğuna sahip çok sayıda ve oldukça önemli göllerin merkezinde bulunduğunu, büyük kervanların kısmen Akşehir’de depolanmak için ama çoğunlukla tuzlanmak ve hemen ardından demiryolu ile Avrupa’ya, özellikle de Balkan Devletlerine ihraç edilmek üzere bu balıkları her gün şehre getirdiklerini belirtiyor. Bu işler içinde çoğunluğu Rusya, Bosna veya Romanya’dan gelen Yahudiler olmak üzere birçok Avrupalı ailenin Akşehir’e yerleşerek geçimlerini balıkçılık ve balık ticareti ile sağladıklarını söylüyor. Burada çoğunlukla devasa büyüklükteki sazanların pazara getirildiğini, ancak turna balığı, beyaz balık ve yayın balığı sıkıntısı olmadığını bunlardan da çokça bulunduğunu belirtiyor.
Prof. Escherich, 1897’de yaptığı bu gezide Paussus turcicus’un (bir böcek cinsi) biyolojisini Bilecik’te yakinen müşahede ve tetkik etmiş, Akşehir’de ve bilhassa Sultandağ’ın faunasını (hayvan varlığını) fevkalade zengin bulmuş ve bunlar arasında yeni böcek türlerini burada tespite muvaffak olmuştur. Bu meyanda keza ornitolojik (Kuş bilimi) bazı materyal ve zoolojik (Hayvan bilimi) bazı kıymetli hayvan türleriyle yurduna dönmüştür.
Ölümüne kadar birçok üniversitede hocalık yapmış ve 1944 yılında inzivaya çekilerek çalışmalarını sürdürmüş ve 1951 yılında 80 yaşında geride çok sayıda ilmi eser bırakarak hayata veda etmiştir.

 

Dip Notlar:
1 “Doç. Dr. Mesut Ömer DEFNE (1914-1955). 1914 yılında Çankırı’da doğmuştur. 1927 yılında Kastamonu Muallim Mektebi Tatbikat kısmını tamamlamıştır. Aynı yıl parasız yatılı sınavını kazanarak Kastamonu lisesine kayıt olmuş ve 1935 yılında bu Liseyi bitirmiştir. 1935 yılında Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Orman Fakültesine girmiş ve bu fakülteden 1939 yılında mezun olmuştur. 1939-1943 yılları arasında askerlik görevini yapmış ve Orman Genel Müdürlüğünde görev almıştır. 29.03.1943 tarihinde Orman Fakültesi Orman Entomolojisi ve Koruma Kürsüsüne asistan olarak atanmıştır. 1950 yılında hazırladığı “Batı Karadeniz Bölgesindeki Göknarların Zararlı Böcekleri ve Mücadele Metodları” adlı tezi ile Doktor unvanını kazanmıştır. 1951-1952 yılları arasında Almanya’da Münih Üniversitesi Orman Fakültesinde çalışma alanı ile ilgili bilimsel çalışmalarda bulunmuştur. Yurda döndükten sonra 1954 yılında “Türkiye’de Otlak ve Otlatma işlerini Tanzim Yolu ile Ormanların Korunması Problemi Üzerinde Araştırmalar” konulu doçentlik tezini vererek Doçent unvanını almıştır.”
(A. Ekizoğlu ve H. Tezcan Yıldırım, “İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesinin İkinci Kuşak Öğretim Üyeleri (1960-1980)” İstanbul Üniversitesi, Orman Fakültesi Dergisi, Seri B, C.56, Sayı: 2, Yıl 2006)
2 Dr. Mesud Defne, “Geheimrat Prof. Dr. Karl Escherich ve Türkiye’deki Araştırmaları” İstanbul Üniversitesi, Orman Fakültesi Dergisi, Seri B, C.II, Sayı: I, Yıl 1952
3 Karl Escherich “Bilder aus der Asiatischen Türkei” Beilage zur Allgemeinen Zeitung, 16 Juli 1897, Freitag, München
4 Escherich’in Afyonkarahisar’a geldiği tarihte Mutasarrıf Ahmet Şeref Paşa’dır. (Mutasarrıflık Dönemi: 1895-1899)

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti