Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Hasan Tahsin Günek

KARAHİSAR MEVLEVİLERİYLE KEKLİK AVI

The Badminton dergisine Afyonkarahisar tarihi üzerine olan merakımız sebebiyle yapmış olduğumuz çalışmalar sırasında rastladık. The Badminton Magazine of Sports and Pastimes dergisi 1895 ve 1923 yılları arasında Alfred E.T. Watson tarafından düzenlenmiş ve merkezi Londra olan bir spor ve eğlence dergisiydi. Dergi sonraki yıllarda çeşitli adlar alarak farklı yayıncı ve matbaalar tarafından basılarak okuyucularına sunulmuştu.1
Derginin 1912 yılının Aralık ayında yayınlanan sayısında konusu şehrimiz Afyonkarahisar’da geçen Harold H. Thompson imzalı “Küçük Asya’da Kırmızı Ayaklı Kekliklerin Peşinde” başlıklı bir yazı dikkatimizi çekti.2 Yazıda özetle şunlardan bahsediliyor:
Harold H. Thompson bir bankacıdır. 1911 senesi sonbaharında Afyonkarahisar’da bulunan ve zor durumda olan bir meslektaşına yardımcı olması için acele olarak yanına gitmesi emredilir. O tarihte Afyonkarahisar’da faaliyet gösteren tek banka Osmanlı Bankası’dır. Afyonkarahisar’a gelerek istasyonun hemen yanındaki hana yerleşen Thompson derhal görevine başlar. Bir gün şubedeki odasında otururken mevlevi dervişlerinin yerel şeyhinin ziyarete geldiğini ve kendisiyle tanışarak sohbet ettiklerini ve şeyhin kendisini ava davet ettiğinden bahseder. Thompson’un başından geçenleri anlattığı ve The Badminton dergisinde yayınlanan bu yazısında isimler zikredilmemekle beraber 1911 sonbaharında Afyonkarahisar Mevlevihanesinin başında Celaleddin Çelebinin bulunduğunu biliyoruz. Celaleddin Çelebi 1894 yılında şeyh olmuş, vefat ettiği 1918 yılına kadar 24 sene bu makamda kalmıştır.3
Thompson’un kararlaştırılan tarihte çıkacakları ava hazırlanışı, gruba Afyonkarahisar Belediye Başkanı ve dönemin önde gelen ailelerinden kimselerinde katılmaları, ava çıkılmadan hemen önce gruptakiler tarafından sabahın erken saatlerinde yenen ve kendisini de bayağı sıkıştıran kuvvetli bir kahvaltı, av sırasında alınan düzen v.s…pek çok hususta bilgiler yazıda anlatılan diğer konulardır. Şu hususa değinmeden de geçmeyelim. Bir av sırasında bu kadar çok ve çeşitli yiyeceğin yanlarında bulunmasını, ava katılan ve şehrin önde gelenlerinden olanların elleri boş gelmeyip evlerinde birşeyler hazırlatıp öyle gelmelerine bağlayabiliriz.
Afyonkarahisar’a gelip özellikle mevlevilerden bahseden Ramsay4 dışında bir de Thompson’un olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Hele ki çoğumuzun zihninde canlandırdığı ve düşündüğü şekliyle mevlevihanede inzivaya çekilmiş, dünyadan el etek çekmiş, sürekli ibadet ve mevlevihane işleriyle uğraşıp koyu ve ağır bir hayat sürdüğü düşünülen mevlevi dervişlerinin yeri geldiğinde hoşça vakit geçirmek ve eğlenmek amacıyla ava ve yakınlarda bulunan Gazlıgöl Hamamına gittiklerini okumak belki biraz şaşırtıcı gelebilir. Tamda İtalyanların Trablusgarb’a asker çıkararak (29 Eylül 1911 – 18 Ekim 1912) Osmanlıya savaş ilan ettikleri günlerde Afyonkarahisar’da yaşanan bu av macerasını Thompson’un kendisinin satırlarından okuyalım:
Küçük Asya’da Kırmızı Ayaklı Kekliklerin Ardında
Sorunu olan bir meslektaşımı kurtarmak için başka bir şehirden mümkün olan tüm hızla gitmem emredilen Afyonkarahisar’a geleli yaklaşık bir hafta olmuştu. mevlevi dervişlerinin mahalli şeyhi ile ilk tanışmam ve görüşmem de bu şekilde gerçekleşti.
Küçük Asya platosunun batı sınırında, deniz seviyesinden 3.000 fit yükseklikte bulunan Karahisar, altı bini Ermeni olan yaklaşık otuz bin nüfuslu bir kasabadır. Tüm yerli Hıristiyanlar fes giyerler. Ancak Ermeniler, devletin hizmetinde olmadıkça genellikle Avrupai tarzda şapkalar takarlar. Özel durumumdan dolayı benim için bu haki bir çadır kulüp kaskı oldu. Türkiye’nin taşra kasabalarında, bir yabancının şapkası onu kalabalıktan ayırır. Bir yabancının o yere geliş gidişini belli eder. Benim gelişimde başımdaki haki miğfer tarafından biliniyordu.
Geldikten yaklaşık bir hafta sonra, bir sabah Karahisar’da mevcut tek bankanın müdür odasındaki masamda otururken hizmetli, Şeyh Efendi’nin geldiğini haber verdi. Aynı anda açık pencereden ana girişte nöbet tutan iki muhafızın silahlarını sunduklarını duydum. Birkaç saniye sonra iri, beyaz sakallı yaşlı bir bey ofisime alınarak rahat bir koltuğa oturtuldu. İçeride kendisiyle hızlı bir şekilde her zamanki karşılıklı selamlaşmalar ve sağlık durumlarımızla ilgili sorular birbirini takip etti.
“Afedersiniz efendim” dedi. “Buyrun beyefendi” dedim. “Siz kesinlikle İngilizsiniz ” dedi. “Evet, öyleyim Efendim. Ama sizi buna inandıran nedir?” dedim.
Şeyh, “Birincisi, senin de sakalın bıyığın yok. İkincisi, dün sizi pazar yerinde gören Hacı Abidin, İngilizlerin sıcak yerlerde kullandığı bir şapka taktığınızı söyledi. Çünkü Hacı Abidin Mısır’dayken Hacı’ya gidip geldiği için bunu bilir. Şimdi, İngiliz olmana sevindim. Bana tüm İngilizlerin avcı olduğunun söylendiği gibi o zaman sende bir avcı olmalısın. Otuz yıl kadar önce Karahisar yakınlarında bir İngiliz’le avlanmaya gittim ve bunu bugüne kadar hiç unutmadım. İki namlulu bir silahı vardı ve her namludan bir atışla sağa ve sola bir kuş indirdi. Maşallah! Çift namlulu arkadan doldurmalı tüfekler bugünlerde bu bölgelerde bile yeterince bol, ama o günden bu güne bir daha bu şekilde kuş vuran birini görmedim. Sanıyorum çarşamba günü bankanız kapalı. Canınız sıkılırsa benimle beraber, kekliklerin peşinde bir gün geçirin.” diye cevap verdi.
Yaşlı beyefendinin davetinden dolayı çok mutlu oldum. Yanımda 12’lik bir tüfek vardı. Ama fişeklerim bitmişti. Bu yüzden bir personelim tarafından benim için Türk barutuyla özenle hazırlanmış olanlarla yetinmek zorunda kaldım. Türklerin kara barutunu denemediyseniz, ne yapacağına dair bir sezginiz olamaz. Gün nemli ve sisli olursa, her atışta gerçek bir beyaz duman bulutu içindesiniz ve kuşunuzu öldürüp öldürmediğinizi, gözcü bir taşıyıcınız olmadıkça asla bilemezsiniz.
Kırk metrede bir ördek indirdim ve on metrede bir orman tavuğunun tüylerini yere serdim. Sanki hiçbir şey olmamış gibi sadece can çekişiyordu.
Karahisar’da oteller pek bilinmeyen lükslerdir. Şeyh’in çarşamba sabahı saat 4.30 civarında beni çağırması için yaylı arabalarından birini gönderdiği tren istasyonunun yakınındaki küçük bir handa kalıyordum. Salı gecesi erken saatlerde, silahın ve fişeklerin hazır olduğunu ve sırt çantama yarın için hafif bir yemek konduğunu gördükten sonra döndüm.
Tepelere giden yol uzun olacağından, ertesi sabah gün doğmadan epey önce kalktım. Oldukça doyurucu bir kahvaltıdan sonra, eşyalarımı yaylı arabaya aktardım ve yola koyuldum. Gökyüzü bulutluydu ve tüm ova dalgalanan sisle kaplandı. Şehirden çıkarken iki arkadaşımı daha yanıma aldım. Bunlardan biriyle bir gün önce tanıştırıldım. Bosnalı Müslüman bir göçmen olan bu genç bey, ateşli bir Nemrut olan Karahisar’ın belediye başkanıydı ve birçok yurttaşı gibi dikkate değer uzun bir boyu vardı. Zihnimde ölçüp biçiyordum ve onu arabaya nasıl rahat bir şekilde yerleştireceğimizi merak ediyordum. Ama düşüncelerimi sezmiş olmalı ki “Meraklanmayınız, idare edebilirim” dedi. Doğulular, hiçbir Avrupalının tam olarak başaramadığı bacaklarıyla bağdaş kurarak oturma konusunda eşsiz bir yeteneğe sahiptirler.
Yolculuğumuz sürücünün kaputun altından başını uzatıp “Toy!” diye fısıldamasıyla aniden durmamız dışında olaysız geçti.5 Arkadaşlarımdan birinin kemerinde bir çift 16 kalibrelik fişek vardı. Ona dışarı çıkıp yavaş yavaş elleri ve dizleri üzerinde onlara yaklaşmasını tavsiye ettim. Bu hedefe yaklaşmanın tek yolu budur. Bunun için sadece arabadan inmek yeterliydi. Ancak korktuğum gibi tüm sürü ayağa kalktı. Uzun süren rastgele atışların hiçbir etkisi olmadı.
Yolculuğumuza devam ettik ve Karahisar’dan ayrıldıktan yaklaşık üç saat sonra, mevlevilere ait ünlü bir çiftlikte eski moda ve yıkık dökük bir binada ev sahibimiz olan şeyh tarafından sıcak bir şekilde karşılandık.
Avcı arkadaşlarımla tanıştırıldım. Sürpriz bir şekilde on dokuz silah topladık. Konukların çoğu, bazıları eski derebeylerin soyundan gelen Türk Beyleriydi. Bu sınıf, görgü ve nezaket açısından herhangi bir yerde yenmenin zor olacağı bir sınıftı.
Önce kuvvetli bir kahvaltı
Ocağı neşeyle yanan misafir odasında otururken kahvelerimiz getirildiğinde Şeyh, “Efendim şimdi ne yapalım? Önce kahvaltı edip ardından avlanmak mı? Yoksa önce avlanıp ardından yemek yemek mi?” dedi. Şahsen ben daha önce kahvaltı yaptığım için önce avlanmayı tercih etmeliydim. Ama efendilerin çoğu önce nefislerini tazelemekten yanaydı ve kahvaltı buna göre hazırlandı.
Her Türk evinde bulunabilecek, yaklaşık üç inç yüksekliğinde dört küçük yuvarlak sofranın etrafında yere çömelerek yerimizi aldık. Bacaklarım doğulu bir tarzda altımda kıvrılmayı kesinlikle reddetti. Bu nedenle, masalardan birinde, şeyh’in sağ yanında elimden geldiğince diz çöktüm.
Tuhaf uzun keçe şapkası ve uçuşan elbisesi içinde hizmet eden küçük dervişlerden birinin önümüze koyduğu ilk şey, yakınlarda akan bir derede ağla yakalanarak pişirilmiş taze alabalıktı.
Hemen ardından birkaç kızarmış keklik ve bir kâse bal geldi. Bundan sonra lütufta bulunmaya hazırdım. Ama beni şaşırtan şey, sıcak çavdar somunları dağıtılırken masanın üzerine haşlanmış buğdayla (bulgur) doldurulmuş kızarmış hindi konmasıydı. Bu yemekten seve seve vazgeçerdim. Ama şeyh parmaklarıyla kocaman bir but kopardı ve korktuğum gibi gülümseyerek bana verdi. Bunu kabul etmek zorunda kaldım. Gülümseyerek karşılık verdim. Reddetsem doğuluların çok önemli saydığı bu görgü kurallarına saygısızlık ettiğimi düşünebilirlerdi. Bunun ardından susam ve şeker karışımı olan helva geldi. Bu tatlının ortaya çıkışını, şölenin sona erdiğinin habercisi olarak içimde gizli bir sevinçle karşıladım. Ama bu sırada sofralar temizlenerek içi pirinç ve kuş üzümü ile doldurulmuş kuzu çevirmeler önümüze kondu.
Şeyh, gözündeki parıltıdan benim için yapıldığını görebildiğim etli bir lokma koparıyordu. Ona doğru eğildiğimde, acı içinde, kahvaltıda bu kadar çok yemenin bizim âdetimiz olmadığını fısıldadım.
Her iyi Türk, her zaman anlamasa da saygı duymaya hazırdır. Bundan sonrasında sadece seyirci olarak yemeğe yardım ettim. Bıçakların ve çatalların yemekte hiçbir rol oynamadığını söylemeye gerek yok. Medeniyete verilen tek taviz, onları kullanmak isteyenler için tahta kaşıklar şeklindeydi. Çanak çömleklerdeki berrak ve pırıl pırıl kaynak suyu masalara konan tek içecekti.
Kocaman bir bakır kâse, ılık suyla dolu uzun bir ağzı olan pirinç bir kap, sabun ve havlular oradakilerin arasında dolaştırıldı. Misafirlerin yaptığı genel bir temizlik ve tazelenmeden sonra keklik avına başlamak için hazırdık. Genel bir şükür mırıltısının ortasında, bu on sekiz ciddi yüzlü ve ağırbaşlı adam, görünüşe göre, günlük işler için içsel olarak sağlam bir şekilde ayağa kalktılar.
Keklik avı için vaziyet alınıyor
Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş bizi tepelerin eteğine getirdi ve daha fazla rutubetli, kayalarla kaplı ve fevkalade şekilli tepeler, nadiren gördüğüm yerler oldu. Zavallı yaşlı Toprak Ana, uzun zaman önce rahat bir şekilde yerleşmek için Herkülvari bir çabayla sanki sırtını kırmış ve bütün bölge volkanik gibi görünüyor.
Şeyh ve diğer yaşlı beylerden üçü, tırmanışlarını at sırtında, gençler ise yürüyerek yapacaklardı. İlk tepenin zirvesine ulaştığımızda alacağımız mevziler hepimize bildirilmişti. Kuşlar tamamen kalkana kadar bağımsız atış yapılmayacaktı.
İlerleme, sanki ileri bir mevzi işgal etmek üzere olan bir avcı erleri grubuymuşuz gibi, genişletilmiş bir düzende yapılacaktı. Tırmanış sarp bir tepeye doğru tek sıra halinde başladı.
Yukarı tırmanırken bana seslenen şeyh, “Kuşları görmek istiyorsan, beni gözden kaçırma. Onların uğrak yerleri hakkında epey bilgim var.” Dedi. Zorlukla nefes alabildiğim için sadece başımla onayladım.
Hafif bir esinti ile sis bulutu dağılmıştı. Ekim ayının ilk günlerinde olmamıza rağmen, kavurucu güneş o amansız kayalara ve alev alev yanan kayalardan terleyen yüzlerimize kadar görünen her şeyi dövüyordu.
Yaklaşık on dakika içinde zirvedeydik ve günlük iş başladı. Birbirinden yaklaşık on beş fit uzakta, her iki kanatta üç taşıyıcı ve arkada üç taşıyıcı bulunan, yaklaşık yüz yarda genişliğinde on dokuz silahtan oluşan grupla geniş bir cepheye saldırdık. İkisi su testileri ve bir çuval kavun yüklü küçük bir eşeği önlerinde sürüyordu.
En yakın tepelerde, kuşları bulmak ve toplamak için şafaktan beri dışarıda olan, şimdi güneşin tadını çıkaran ve sigara içen küçük çırpıcı gruplar vardı.
Ve av başlıyor!
Otuz kadar adamın seslerini ve eşeğin sırtındaki heybede bulunan su testilerinin gıcırdamasını engelleyen hiçbir şey yok. Bu durum o tepelerin görkemli sessizliğini bozdu. Aniden, hattın sağından ilk tüfek sesi yükseldi. Durgun sabah havasında yaklaşık yarım düzine silah sesi duyuldu. Üç kuş yere düştü. Geri kalanlar birkaç dakika sonra vadiye indi. Bir sonraki tepenin zirvesine yerleştiler.
Çevik ayaklı bir çırpıcı, düşen kuşları aldı. Boğazlarını keserek mutlu bir şekilde getirip teslim etti. Kuşlar ölü olsun, diri alınsın, kanları akmadıkça hiçbir Türk onlara yiyecek olarak dokunmaz. Bu uygulamanın nedenini sormakta her zaman tereddüt etmişimdir. Ancak bunun bazı dini ilkelere bağlı olduğundan kesinlikle eminim.
Şeyh’in morali yüksekti. “İnşallah bugün kuşlar bol olur ve bize de hasatı toplamak kalır.” dedi. Gerçekten de çok sayıdaydılar ve bu kadar çok kuşu, üzerinde anlaşmaya varılmış olan tepeye toplamayı başarmaları, çırpıcılar açısından iyi oldu.
Bu sırada kuş sürüsü bazı üyelerinden yoksun olarak peş peşe havalandı. Aradaki vadiyi geçerek bir sonraki tepeye yerleşti. Yavaş yavaş yolumuza devam ettik ve kuş sürüsündeki kuşlar yavaşça yaklaşmamıza rağmen peş peşe aceleyle kaçtılar. Ancak bazı birliklerini çantamıza eklemek üzere bıraktıktan sonra bir sonraki tepeye çıktılar.
Artık hava rahatsız edici bir şekilde ısınmıştı. Yaşlı Şeyh, silahını dizlerinin üzerine dayamış ve başının üzerinde yeşil bir güneşlik ile beyaz atının üzerinde durmuştu. Misafirlerinin iyice eğlendiğini görmek onun için yeterince iyiydi. Ama başına bir şey gelirse kendisinin nasıl bir yol izleyeceğini merak ettim.
Beklemek için fazla zamanım yoktu. Kuşlar, genel olarak, ilerleyen hattın sağ kanadını tercih ediyor gibiydiler. Ama aniden sağda küçük bir sürü belirdi. Sola döndü ve tüm cepheyi geçerek, az önce geride bıraktığımız tepeye geri döndüler.
Şeyh yere indi. Silahı kaldırdı ve “bang” çifteyi ateşledi. Yaklaşık on metre önüne bir keklik düştü. Aferin Şeyh Efendi, aferin! ” dedim. Ciddiydim, çünkü gevşek taşlar ve kayalar arasında bocalayan bir atın arkasından doğrudan ateş etmek kolay bir iş değildi.
Şeyh, “Bu hayvanın sırtında olsaydın muhtemelen bütün gün kuş vuramazdın. Ama eskisi kadar genç değilim ve son on yıldır at sırtında ateş ediyorum. Mükemmel yapan şey ise pratiktir.” diye cevap verdi.
Öğleye doğru, güneş doruk noktasındayken, ani bir mola çağrısı duyuldu. Gizemli bir şekilde bir yerlere saklanmış olan kahvaltının bir bölümünün daha önümüze konması konusunda ciddi endişelerim vardı. Durumun böyle olmadığını anladığımda içim rahatladı.
Genç bir derviş tarafından engebeli zemine küçük bir halı serilmiş ve şeyh atından inip dizliklerini çıkararak yüzünü, kollarını ve ayaklarını yıkamış ve sonra ciddiyetle öğle namazını kılmak için diz çökmüştü. Grubun yaşlı üyelerinin çoğu, paltolarını çıkarıp seccade olarak kullanarak, saygıdeğer Şeyh’in etrafında yarım daire oluşturarak buna uydular.
Kısa bir mesafe yürüdüm ve pipomu yakarak birkaç dakika meditasyon yapmak için bir kayanın üzerine oturdum. Bu inancın harika düzeni üzerinde düşündüm. Tam avın heyecanı içindeyken bunu bırakıp yaratıcılarına şükrettiler.
Dualar bittiğinde, sabırlı eşek tarafından taşınan çuvaldan çıkarılan kavunlar dilimlenip dağıtıldı. Eminim ki, tatlı olgun meyvenin tadı, kavrulmuş ve susamış insanlara hiç bu kadar güzel ve ferahlatıcı gelmemiştir.
Şimdiye kadar yaklaşık sekiz mil yol kat etmiştik. Baştan beri törenlerin efendisi olarak görev yapan şeyh, çiftliğe ulaşmadan önce kat edilmesi gereken sekiz mil daha olduğunu düşündü ve öyleydi! Akşam karanlığına kadar Karahisar’a ulaşmak istiyorsak, adımlarımızı sıklaştırmanın zamanı gelmişti.
Üç saatten fazla kayalık tepelere tırmanmaya ve inmeye harcanan çaba, grubun bazı yaşlı üyeleri üzerinde etkisini göstermeye başlamıştı. Bana öyle geldi ki, geri dönme ihtimalini büyük bir memnuniyetsizlikle karşıladılar. Yeryüzünde hiçbir şey onları bunu kabul etmeye zorlayamazdı.
Tek sıra ilerlemeden vazgeçildi ve bağımsız atış partileri günün düzeni haline geldi. Sürü sağa ve sola dağılmıştı ve küçük silahlı avcı grupları da onları takip etti. Kuşlar biraz ürkekleşmişlerdi. Artık onların menziline girmek kolay değildi. Yavaş yavaş ufka doğru yaklaşan güneş, tam bir kuş sürüsü ya da onlardan geriye kalanlar yerden ayrılıp havaya yükseldiği anda ışınlarını doğrudan gözlere odaklamak gibi rahatsız edici küçük bir alışkanlık edinmiş gibiydi.
Afyonkarahisar’a geri dönüş
Bununla birlikte, birkaç kuş daha indirildi ve torbaya eklendi. Saat dört civarında dağınık eski çiftlik evine geri döndük. Kendini şımartmak isteyenleri soğuk bir akşam yemeği bekliyordu. Şeyh “Fazla yeme, çünkü yıkanmak için buradan Gazlıgöl’e gidiyoruz.” Dedi.
Yorgunluktan uzuvları ağrıyan bir adamı neşelendirmenin dünyada benzeri yoktur. Beni hiçbir şey bir günlük yorucu hareketlerden sonra sıcak kükürtlü suya girmenin etkisini test etmekten daha fazla memnun edemezdi. Ama arabanın beni taşıyabileceği kadar çabuk Karahisar’a geri dönmek için de can atıyordum. İtalya tarafından Türkiye’ye karşı savaş yeni ilan edilmişti. İç işlerinin genel görünümü pek parlak değildi. Karahisar’da cevapsız kalan acil telgrafların olma ihtimali, beni sevimli ev sahibime acele ve isteksiz bir şekilde veda etmeye zorladı.
“Gitmeden önce gelin ve kuşlara bir bakın ve payınızı alın.” Dedi. Onu çiftliğin arkasındaki küçük bir bahçeye kadar takip ettim ve orada çimenlerin üzerinde torbayı bıraktım.
“Şimdi, geri gitmek için acele ettiğini görebiliyorum. Allaha ısmarladık. Şunu unutmayın ki, bir kez daha canınız sıkılacak olursa bendeniz ve keklikler size eşlik etme zevkini yaşamak istediğiniz her an sizi bekliyor olacağız.” dedi
“Devlet ile Efendim! (Yüce Allah size güç versin) diye cevap verdim. Onu gerçek doğulu bir tavırla selamladıktan sonra geri çekildim. Yaşlı beyefendiyi hepimize zevkli ve heyecanla dolu bir gün yaşatan uzun kuş dizisine nazikçe bakarken bırakarak oradan ayrıldım.
Dip Notlar:
1 https://en.wikipedia.org/wiki/The_Badminton Magazine of Sports and Pastimes#cite_note-1 erişim:26/10/2021 ve; The Cambridge bibliography of English literature. 1800 – 1900, Volume III, editör: Frederick Wilse Bateson, Cambridge 1969, s.759
2 Harold H. Thompson, “After Red-Legged Partridges İn Asia Minor” The Badminton Magazine of Sports and Pastimes, December 1912, No:209, Vol: XXXV, s.656-661
3 Yusuf İlgar, Karahisar-ı Sahib Sultan Divani Mevlevihanesi ve Mevlevi Meşhurları, Afyonkarahisar 2008, s.68
4 Ramsay, W. M., Everyday Life in Turkey, Hodder And Stoughton, London 1897.
5 Toy Kuşu: Türkiye’deki sayısı 500’lere kadar düşen toylara en çok Doğu Anadolu Bölgesi’nde, özellikle Muş ve çevresinde rastlanıyor. İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde de sınırlı sayıda görülüyorlar. Toyların kanat açıklığı 260 santimetre uzunluğa, ağırlığı ise on sekiz kiloya kadar ulaşabiliyor. Nesli küresel ölçekte tehlike altında olan ve dünyada uçabilen en ağır kuş türü olan toylar ne yazık ki Türkiye’de hızla azalıyor. https://www.dogadernegi.org/toy/ erişim: 31/10/2021

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti