Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

AŞAĞILARIN AŞAĞISI YAZILARI – Kocatepe Gazetesi

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 22 Mayıs 2018 Salı 13:13:42
 

– 10-
İnsan kendisindeki Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini nasıl “Müstakil ve Muhtar” zannediyor?
Esasen Ahseni Takviym özellikte olan insan, dünya hayatı sürecini gerçekleştirebilmek için Esfele Sâfiliyn’e inince olayın tabiatı gereği kendisini “dûniHİ algı” içerisinde bulmuştur. Onda artık dûniHİ algıdan kaynaklanan zannlar belirecektir, bu algıyla ilgili fikirler üretecektir, hayata bu algıyla bakacaktır. İnsanın dünya hayatının temelini oluşturacak olan bu ZANN en önemlisidir ve en tehlikelisidir, insan bir daha ondan kurtulamıyor. Ve bu zannı Allah bize bildirmese, onu bize öğretmese bilemeyiz. DûniHİ algı ile insan, kendisine ait neler biliyorsa hepsini Allah’ın dışına taşımıştır. Bu algı öyle sağlam ve kuvvetli ki, bu yüzden insan kendisini Allah’ın dışında algılıyor. Dolayısıyla kendine ait neler biliyorsa; bedeni, ruhu, aklı, fikri ne varsa hepsini, her şeyini bu algı yüzünden Allah’ın dışına taşıyor. Bir kısmı Billâhi’de, bir kısmı Dûnillahi’de değil, işin tabiatı gereği her şeyi oraya taşır. Bu taşıma sırasında Ahseni Takviym yapıya ait bir yetki olan Muhtariyeti Tercih Gücü de Allah’ın dışı zannettiği algı alanına taşınmıştır. Muhtariyeti Tercih Gücü Ahseni Takviym yapıya ait bir yetkidir. DûniHİ algı ile insan, kendisine ait neler biliyorsa hepsini Allah’ın dışına taşırken (aslında hepsini orada bulurken) Ahseni Takviym yapıya ait bir yetki olan Muhtariyeti Tercih Gücü’nü de Allah’ın dışına taşır (dışı algısında bulur). Bütün bu anlattıklarımız, bu paylaştıklarımız bilgi ve idrakta başlangıç sınırıdır, son sınır değildir, “demek böyleymiş” deyip durulacak yer değildir. Bu bilgi, bu gerçekler yola başlamak ve ilerlemek için sınırdır. İlerlemek bu bilgiyi hikmetiyle öğrenip yukarı taşımakla olur. Yazılarımız hep alt sınırı anlatıyor.
Allah, İlmullah’ta dileğinin sûreti olan insana SEÇEBİLME YETKİSİ verdi, seçme yetkisi verildi. Oysa Kasas-68’de “Onların seçme yetkisi yoktur” diyordu. Anlayabilmek için, her iki mânâyı çakıştırın lütfen. Allah kendi seçme yetkisinden, gücünden insana bir yetki verdi, kendi seçme ve hüküm verme gücünden verdiği bu yetki Muhtariyeti Tercih Gücüdür. Kişi kendini dûniHİ algıyla Allah’ın dışında bilince bu yetkisini de zulmet aynasında gördü yani onu da orada sandı. Geçmiş ehlullah bu hâli tarif için “zulmet aynası” ifadesini kullanır. İnsanın Muhtariyeti Tercih Gücü nurdaydı. İnsan dûniHİ algıyla vehmin zulmetine düşünce onu da zulmet aynasında gördü ve yine işin tabiatı gereği, Allah’ın dışında algılanan her şeyi müstakilen var zanneden insan, Muhtariyeti Tercih Gücü’nü yani Allah’ın seçme için verdiği yetkiyi Allah’ın dışında müstakil ve özgür zannetti. Bütün iş de zaten burada başlar.
Özellikle düşülen yanlışlardan birisi şudur: DûniHİ algıdaki kişi Muhtariyeti Tercih Gücü’nü müstakil ve özgür zannedince, o güç ve yetkiye “müstakil” etiketi vurunca tasavvufla ilgilenen bazıları bir yanlışa düşer. Bazı âyet ve hadisler ile bu işi bilen geçmiş Ehlullah’ın eserlerinde bu zanna, bu bilişe “yok” denildiğini görünce tamamını “yok” yapar, zanneder ki insanın seçme yetkisi yok! Oysa Allah’ın insana seçme yetkisi verdiğini ayetlerle FATİHA ile fetih kitapçığımızda çok geniş gördük. Ama insan dûniHİ algıya düşünce her şeyi gibi nefsindeki bu yetkiyi de dûniHİ algı alanına götürdü ve “müstakilen var ve muhtar” etiketi yapıştırdı, bu yetkiye de aynı muameleyi yaptı, “benim özgür tercihlerimdir” diyerek tercih gücüne de o etiketi yapıştırdı. İnsan hayata işte böyle başlıyor. Böyle başlıyoruz. Bundan böyle insan ne yapacaksa, bütün kararlarını bu zanni iradesi ile alır. Artık onun bütün işleri müstakilliğini ilan ettiği, davranışta özgürlüğünü savunduğu bu zannî irade ile olur; böyle yaptığına inanır.
O iradesini de her şeyini dûniHİ algı alanına taşıdı dedik ya, bunlar hepsi sanıştır, zandır, zavallı esfele sâfiliyn öyle zannediyor. Sonra da özgür etiketi vurduğu iradesi ve seçme yetkisi ile hareket ediyor. Bir şey daha söyledik; “böyle yaptığına inanır” dedik. Bu cümle Kur’an’da kullanılan iki dili belirtmek içindi. Önce kesret dilini kullandık, “insan her şeyi dûniHİ algı alanına götürdü ve her şeye müstakilen var ve muhtar etiketi yapıştırdı” dedik. Onun artık bütün işleri müstakilliğini ilan ettiği ve davranışta özgürlüğünü savunduğu bu zannî irade iledir. Bu cümlenin dili kesrete aitti. Oysa “böyle yaptığına inanır” cümlesi ulûhiyet diline çok yaklaşmış bir ifadedir ama o da kesret noktasının cümlesidir, tam ulûhiyet dili değildir. “Böyle yaptığına inanır” ifadesi bu konudaki tevhid dilidir. Biz konu anlaşılsın ve bir amel çıksın diye anlatımımızda daha çok kesret dilini kullanıyoruz. Kesret dili bunun içindir. Kur’an-ı Kerim âyetlerinde dil çok önemlidir. Kullanılan dili fark etmek için, yani âyet ve hadisleri anlama kapısından girmek için o dili çözmek gerekir. Kesrete ve tevhide ait dillerin anlaşılabilmesi için “Mânâ Ayrıştırma” ve “Mânâ Çakıştırma” yöntemleri uygulanmalıdır. Bu yöntemlere “FATİHA ile fetih” kitapçığından bakabilirsiniz. Kur’ân, yeri gelir âyetleri mânâ ayrıştırır anlatır, yeri gelir mânâ çakıştırıp o dille anlatır. Bu iki dili âyetleriyle göreceğiz. Çünkü Rabbimiz uyarıyor: Sakın bu iki dilden birine sabitlenmeyin, sadece birine bağlanıp kalmayın.
Konunun anlaşılması için kullandığımız kesret dilini şöyle de tarif edebiliriz: Kesret dili uzaktan seyreden gözün anlatımıdır. Arş’ı istiva etmiş olan Allah, o halle dünya ve yarattıklarıyla ilgili şeyleri anlatırken uzaktan seyrediyormuş gibi cümlelerle anlatıyorsa bu kesret dilidir. Bu anlatıma takılıp Allah’ı uzaktan bakıyor sanmayın, “O orada, ben buradayım” diye düşünmeyin, dûniHİ algınız kuvvetlenir. O anlatımın kesret dili olduğunu fark edin. Uzaktan bir şeye bakıyor gibi olan anlatım dili tevhid diline döndüğü zaman değişir, mekân kalkar, ulûhiyet anlatımı başlar. Anlatım değişir ama mânâ aynıdır. Merak eden için, Fâtiha kitapçığında buna örnekler âyetleriyle var.
Konumuza dönelim ve Kur’ân’ın bize “tercih ve irade” konusunu nasıl öğrettiğine bakalım. Bu amaçla, Muhtariyeti Tercih Gücü ile davranışı ve özgür irade ile davranışı kıyaslayan birkaç örnek verelim. İnsan beyni bir tanım yaptıktan sonra bir de kıyas yaparsa çok daha güzel kavrar. Diyelim ki bir kişinin gündemine Cuma günü öğlen vakti müslümanların Cuma Salâtı ikame ediyor olması girmiş olsun. Böyle bir şey duydu, heveslendi. Bu insan bu işi önemser ve umursarsa ne yapar, onu görelim. Umursamayana sonra bakarız. Umursayan insan hemen şunu der: Bu konuda Rabbimin buyruğu nasıl, O ne buyuruyor acaba? Lütfen dikkat edin, insan bu soruyu sormakla bir süreci başlatır. Kişi bu soruyu Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi ile sorar. Allah ona seçme yetkisi vermiştir, o da o Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi ile bu soruyu sorar. Umursayan için böyle, bu soruyu o sorar. Umursadı ve sordu: Acaba bu konuda Rabbim ne buyurmuş? Bunu söylemekle kişi “Dileyen Rabbine bir yol edinir” mealindeki İnsan Sûresi 29. âyetin kapsamına girer. Sordu ve İnsan-29 kapsamına girdi, yani kendisine verilen yetkiyi, İnsan-29 gereği Rabbine yönelmekte kullandı. Sonra da Kur’an’ı açtı, ilgili sure ve ayeti bulup okudu. Bu yaptıkları İnsan-29 ile verilen yetki dâhilindedir. Araştırdı, Cuma Sûresi 9. ayeti buldu, açtı, okudu ve öğrendi: “Ey, iman edenler! Cuma gününde o salât için (ezan ile) nidâ olunduğunuzda, Allah’ın zikrine koşun, alış-verişi bırakın. İşte bu sizin için daha hayrlıdır; eğer (işin gerçeğini) bilirseniz.” Böylece Cuma salâtı hakkında Rabbinin ne buyurduğunu öğrendi. İşte bu noktada Allah’ın ona verdiği yetki bitti; Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi bu noktaya kadardı. Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi Hakk ve bâtılı ayırma çizgisine kadardır. O yetki, Hakk ve bâtılı ayırıp birisine yönelirken hüdadan yani gerekli uyarı ve sebeplerden yararlanmak içindir. Rabbinin ne buyruğunu öğrendi, o noktada yetkisi bitti. Yetkin bitti. Kendince yetki kullanmaya devam edersen haddi aşarsın. Allah “buraya kadar yetki verdim” diyor. Peki sonra ne yapacağız? Onu da Bakara Sûresi 285. ayet öğretiyor: “İşittik ve itaat ettik; Ğufran’sın Rabbimiz, dönüşümüz sanadır dediler.” Mü’minler böyle der: İşittik ve itaat ettik!
Mümin “Âmentü Billâhi” diyendir, dûniHİ algıyı reddedendir, “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” demeyendir, Allah’ın meleklerini, kitaplarını, rasûllerini müstakil varlıklar olarak görmeyendir. İşte onlar Allah ve Rasûlünün söylediğini duyunca hemen “işittik ve itaat ettik (semi’nâ ve eta’nâ)” derler. Yetki buraya kadardı. Burası çok, çok önemli! Rabbinin ne buyurduğunu öğrenmek yetkin dâhilinde! Ama Rabbinin buyurduğunu öğrendiğinde yetkin bitiyor. Rabbin “Senin için uygun olan budur” demişse, bunu duyduğunda “işittik ve itaat ettik” diyeceksin. Çünkü sen, senin için doğru olanı bilemezsin. Onu ancak seni yaratan Rabbin bilir. Nahl-74:  “Muhakkak ki Allah bilir ve siz bilmezsiniz.” Mülk-14 uyarıyor: “(Yaratan) hiç yarattığını bilmez mi? O Latıyf’ül Habiyr’dir.” Öyleyse gereksiz şeyi bilmeye çalışma!
Dinimize göre insan, Muhtariyeti Tercih Gücü gereği Allah’ın buyurduğunu yapmakla mükelleftir. Ancak insan nankör! Bu noktadan sonra “işittik, itaat ettik” demez, bu yetkiyi dûniHİ algıyla Allah’ın dışına taşıyıp, “Müstakilen VAR ve Muhtar” etiketi yapıştırır, haddi aşar. Haddi aşınca ne olur? İşittik ve itaat ettik demezse ne olur? Gerekçe üretmeye, uydurmaya başlar: “Hangi zamandayız? İşi, ticareti nasıl bırakırım? Sonra bana ne derler? Günümüzde bunun gerekliliğine inanmıyorum” gibi cümleler söyler, davranışlar sergiler. İşte artık o kişi dûniHİ algıyla müstakil ve muhtar olarak etiketlediği iradesi ile hüküm veriyor demektir. Allah’ın o konuda ne dediğini öğrenmesi için ona verilen Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini Allah’ın râzı olduğu şekilde kullanmıyor demektir. Konuyu öğrendi ama gereğini yapmaktan vazgeçti; Allah’ın emrini gördü ama işi dûniHİ ilan ettiği aklıyla yönetmeye başladı, “Allah bilmez ben bilirim” dercesine yaşamaya başladı. Bu kişi “Ben dûniHİ değilim, Billâhi anlamda inanmıyorum” dese bile verdiği bu hükümle, bu tercihi ve davranışıyla muhtar irade kullanmış oldu; yaşantısı, işleri dûniHİ oldu. Verdiği hüküm Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi kapsamında olmayıp muhtar irade sonucudur; Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisinin “muhtar” etiketi ile suiistimal edilmesi, had aşılarak kullanılması sonucudur. Bu hüküm, dünya için verilmiş mühlette kişinin bu yetkiyi kendisini müstakil zannederek kullanmasıyla verdiği bir hükümdür. Oysa Kur’ân, hüküm verme sınırıyla ilgili olarak bizi haddi aşmamamız için uyarıyor:
 “Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide-44)
 “Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Maide-45)
 “Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide-47)
Birinde kâfir, birinde zâlim, birinde fâsık diyen bu âyetler tesadüf mü? Rabbimiz öğretiyor: Kâfir, zâlim ve fâsık ile tarif edilenler, dûniHİ algının zannıyla Muhtariyeti Tercih Gücünü müstakil ve ilan eden, hükmü de bu müstakil irade ile verenlerdir.  

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti