Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 115

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 2 Kasım 2018 Cuma 14:24:28
 

AYET AKLETMEYİ KALBE
BAĞLIYOR, BEYNE DEĞİL
“Arzda hiç gezip seyretmediler mi ki, onlarla akledecekleri kalbleri yahut işitecekleri kulakları olsun. Çünkü basarlar a’mâ olmaz, sadırların içindeki kalbler a’mâ olur.” (Hac-46)
Ayet akletmeyi kalbe bağladı, beyne değil. Kur’ân’daki “akletmiyor, düşünmüyor musunuz?” âyetlerini beyne bağlamak bu âyete terstir.  Allah yarattığı organı bilmiyor mu, şaşırdı mı? Rasûlü bilmiyor mu? Akletmek kalble ilgilidir. Anlayamamak, kavrayamamak mânâsında kullanılan “a’mâ” kelimesi işi görememe körlüğüdür. Esas körlük gözle ilgili değildir. Allah “bizim indimizde körlük, esas körlük sadrınızdaki kalbin görememesidir, onun akledememesidir” diyor. İnşirah kitapçığında sadrı, kalbi, fuadı, lübbü paylaştık. Kur’ân’ın bu ifadeleri meâllerde değiştirilmemelidir; kalb dediğini “kalb”, fuad dediğini “fuad”, lüb dediğini “lüb” diye yazmak gerekir. Çünkü bir disiplin anlatılıyor, onları kafamıza göre değiştiremeyiz. Bir bilimsel metinde, konuşmada kalp yerine “gönül” demiyoruz ama Kur’ân’da fuad kelimesine gönül diyoruz. Kalb, fuad, lüb, sadr birer teknik tâbirdir.
AKLETMEK BEYİN DEMEK DEĞİLDİR, BEYNİ
KULLANAN AKLEDİYOR. KİM BU AKLEDEN?
Hac Sûresi 46’da “arzda hiç gezip seyretmediler mi?” diye sorup sonra da aklın kalb ile ilişkisini kurdu: Akledecekleri kalbleri yok mu? Bu ayette aslında bir yöntem öğreniyoruz; doğruyu bulma yöntemlerinden birisinin tarih bilgisi olduğunu, tarih bilgisini önemsemek gerektiğini fark ediyoruz. Çünkü bize “arzda gezip dolaşın bakalım, kimlere ne cezalar vermişiz” diyor. “Bir hatırlatıcı olarak tarih bilgisinden yararlanın, geçmiş kavimlerin başlarına gelenlerden yararlanın” uyarısı var. Bunu yapsalardı akledecekleri kalbleri olurdu, kalbleriyle bu konuları fark etmeleri kolaylaşırdı deniyor. Neden? Çünkü kalpte sonuca varan fuaddır. Fuad eğriyi doğruyu bilmez, aldığı bilgilerle bir sonuç çıkarır, analiz sentez yapar. Eğer ona bilgi olarak sürekli dûniHİ algı ve zanları geliyorsa fuaddan hep bâtıl sonuç çıkar. İslâm Nuru, Îman Nuru Mârifet Nuru, sonra da Lüb Nuru devreye girerse o zaman fuad Hakk yolda sonuçlar üretir. Bu nurların hepsi aklıdır, nur demek akıl demektir, nurun sonucu akıldır, nur bir akıldır. Dolayısıyla İslâm aklı İslâm nurudur, îman aklı îman nurudur, mârifet aklı mârifet nurudur, lüb aklı lüb nurudur. Ve Lüb Nuru Has Akıl’dır, Öz Akıl’dır. Âyet bize; bunları açın ki akledebilesiniz diyor, bunları açarsanız akledebilirsiniz. Kendisinde Lüb Nuru açılmış olanlardan Kur’ân “ülül elbâb; lüb sahipleri” diye bahseder. Onu açmaz, esas aklı kullanamazsanız a’mâ olursunuz, bizim indimizde a’mâlık, esas körlük budur. Beyin ve sinir sistemiyle çalışan gözün görmesi veya görmemesi değil diye uyarıyor. İnşirah kitapçığına bakabilirsiniz. Elbette beyni iyi fark etmek lazım, o müthiş bir organ. İnsan henüz onun çalışma mekanizmasını anlayabilmeye çalışıyor, daha sahibi olduğu beyni çözemedi, çözemediğimiz bir organa sahibiz. Çalışmasını tam çözemediğiniz bir karaciğere, bir böbreğe ve organlara sahibiz. İnsanın çözemediği yani bilmediği bir teknolojik ürünü yoktur, çözemediği bir şeye nasıl sahip olabilir? Birisi onu yapmadan olabilir mi? Bilgisayar insanın ürettiği bir şey ve siz ona sahipsiniz. Ama vücudunuzda hiç çözemediğiniz, hâlâ çözemediğiniz o kadar çok şey var ki. Çok gelişmiş bir bilgisayar bulsanız ve onun tesadüfen oluştuğunu düşünseniz doğru olur mu? Bunu kimse kabul etmez. Hâlâ çözemediğiniz beynin tesadüf olduğunu zannederseniz tezat olmaz mı? Bu kadar mükemmel bir organı size birisi verdi… Fötüste ilk şekillenen organ kalptir ama hemen bir kaç gün içinde beyin dokuları oluşmaya başlıyor. Fötüste yaşayacak olan henüz girmeden önce fötüste beyin vardır. 120. günde Allah ruhundan nefh ediyor. Tartışıldığı için günü önemli değil diyelim, âyetlerle sabit o günde Allah ruhundan nefh ediyor, yani orada yaşayacak olanı gönderiyor. Ona Kul Zat dedik, Kendinde Kendine Göre Var dedik. O gelmeden önce beyin orada vardı. Ama fötüs de, anne de, mükemmel çalışan beyin de, karaciğer de birer hologramdır, yani kesret âleminde kesret nurundan (hologram sisteminden) birer görüntüdür. Lütfen dikkat edin, bir de o hologramı kullanan var. Onu kullananı anlamak üzere şöyle bakalım. Muhafaza buyur ya Rabbi, birimizin kulağı duymadı diyelim. Çünkü duyduğu zaman onu kullananı hiç fark etmez, sistem çalışıyor. Kulak, iç kulak, orta kulak, sinirler, beyin gibi bir mekanizma devam ettiği için onu kullananı fark etmez, bir arıza olduğu zaman iş değişir. Duymak istiyor ama organ arızalı. Bu durumda, onu kullanan rahatsızlanmaya başlar. Her iş kulağa bağlı olsaydı kulak arızalanınca kullanan da kalkardı. Kullanan duruyor ve duymak istiyor. O duruyor ama aleti bozuldu. Yarım yamalak duyunca rahatsız olursunuz, yeterince görmeyince rahatsız olursunuz. Duymak isteyen, görmek isteyen var, işte onu fark edin. Beyin müthiş bir mekanizma, göz müthiş bir mekanizma, kulak müthiş bir mekanizma ama hepsi birer hologram! Onları bir kullanan var, işte o kullanan akledecek! Kullanan Kendinde Kendine Göre Var olandır, onun hologramla ilişkisi yoktur. Kendinde Kendine Göre Var olan hologram değildir, hologram elbisesinde holograma bürünmüş görünüyor. Eğer siz hologramı fazla önemserseniz gelecekte deccalı önemseyeceksiniz demektir. Çünkü deccal hologram ürünü, hologram mucizesi ve hologramın en üst noktasıdır. Akletmek beyin demek değildir, beyni kullanan aklediyor ki o Kendinde Kendine Göre Var olandır. Onun tüm kompozisyonunun kaydının ismi kalptir. Kalp sizin kalıbınızdır, kalıbın kozmik odası da organ olarak yürektir, kalbtir. Organ olan kalp o kalıp değildir, onu temsilen adı kalbtir. Bunu şuradan da fark ederiz: Herhangi bir organınız rahatsızlansa, ağrısa aklınıza hemen ölüm gelmez ama kalbimiz ağrısın, bir sıkıntı yaşasın hemen aklımıza ölüm gelir, Kendinde Kendine Göre Var olan gidiyor gibi olur, canınız gidiyor gibi olur. Çünkü onun irtibatı oradadır, kozmik oda oradadır. O dokular rahatsızlanınca orada duran gidecek diye aklına ölüm gelir. Orada duran şey et değil, onunla irtibatı olandır. Akleden odur, orada akleder, aklettiğinde kullandığı organ ise beyindir, beyin o akledenin hizmetindeki muhteşem organdır, akledenin hizmetinde bir hologramdır. Bunu Kur’ân’dan öğreniyoruz, bir yerden okumadık, Kur’ân öyle diyor. Öyleyse, Kur’an “aklınızı kullanmadınız mı?” dediğinde ne anlayacağız? Bu, dünya hayatı sürecinde insanın kullanacağı akıl olup Allah’ın hüdâsıdır. Böyle olup olmadığını Kur’ân’dan ders edeceğiz.
AYETLER BİZE NE SÖYLÜYOR?
Tâ-Hâ 123: “Rabbi dedi ki: İkiniz cem’an aşağı inin oradan, birbirinize düşman (engelleyici)siniz. Benden size bir hüdâ geldiğinde, kim benim hüdâma tabi oldu ise, o sapmaz ve şakıy olmaz.”
Bakara-38: “Dedik; ‘İnin oradan hepiniz. Artık benden size bir hüdâ gelir de kim hüdâma tabi olursa, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.”
“Size akıl verdik, onu kullanın, kurtulun” denilmiyor. Deniyor ki, size bir hüdâ (bir akıl) gelecek, kim gönderdiğim o aklı kullanacak seviyede aklını kullanırsa onlara korku ve mahzunluk yoktur. Bir kişiye bir konuda akıl verdiyseniz dermişseniz ki, ona o aklı ben verdim, değilse onun aklı onu bulmaya yetmez. Çünkü o kişi sizin verdiğiniz aklı kullanıyor. Verilen aklı kullanacak bir aklı var. Başlangıç çizgisinde yetkimiz, sınırımız bu: Akletmek Allah’ın hüdâsını kullanmayı akletmektir, o da kalble çok ilişkilidir.
“Ve biz bir Rasûl ba’s etmedikçe azab etmeyiz.” (İsrâ-15)
“Her ümmet için bir Rasûl vardır. Rasûlleri geldiği vakit aralarında Bil-Kıst hükmolunur. Onlar zulme uğratılmazlar.” (Yûnus-47)
Demek ki rasûllerin getirdiği bilgileri tercih etme aklımız var. Bu bir yetkidir, sınırı budur. Bir sistemi bir kullanıcıya açınca “şu kadar ulaşsın, şu kadar kullansın” diye sınır koyuyorsunuz, onun gibi sınırımız bu. Bu sınırı aşarsak hâtâ yaparız, yanlışa gireriz. Yanlış sayfalara girmeyelim diye bize öğretiyor: “Semi’nâ ve eta’nâ” deyin, “işittik ve itaat ettik” deyin.
“Biz uyarıcıları olmayan hiç bir Karye’yi helak etmedik. Zikra (hatırlatma ve uyarı ile) olur. Biz zâlimler değiliz.” (Şu’arâ; 208, 209)
“Müjdeleyici ve uyarıcı rasûller (gönderdik) ki insanların rasûllerden sonra Allah’a karşı bir hüccetleri (delilleri) olmasın. Allah Aziyzen Hakiym’dir.” (Nisâ-165)
“Eğer kendi ellerinin takdim ettikleri yüzünden onlara bir musîbet isabet ettiğinde; ‘Rabbimiz, bâri bize bir rasûl irsal etseydin de âyetlerine tâbi olsaydık ve mü’minlerden olsaydık’ diyecek olmasalardı.” (Kasas-47)
“Bir bölgeyi helak etmeyi irâde ettiğimizde oranın sefahat önderlerine (rasûllerle düzelmelerini) emrederiz. Ama onlar orada sapkın inançlarının gereğine devam ederler, bu yüzden uyarılarımızın sonucunu yaşamayı hak ederler, biz de onları helak ederiz.” (İsrâ-16)
Ayetlere devam edeceğiz. Ancak normal yaşantımız için önemli olduğuna kanaat getirdiğim bir kuralı paylaşalım. Bu âyetlerde hem “uyarı” hem de “tercih” yetkimizin olduğu vurgulandı! Uyarı kelimesi önemlidir. Bir Kur’ân’ın bizi uyarması vardır, bir de insanların birbirlerini uyarmaları. O iki uyarı farklıdır, o konuda hata yapmamak lazım.
Cumamız hayrlı oluverir inşaAllah…

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER