Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 84

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 27 Eylül 2018 Perşembe 14:07:09
 

ZAT BİR TANEDİR VE ZAT ANCAK ALLAH’TIR
DûniHİ idraktan sıyrılırsanız Allah’ın emrini görürsünüz, ilk görülecek budur. Kim ne yapıyorsa Allah’ın emri! Güneş, dünya, kar, yağmur, babanız, çocuğunuz… Hepsinde Allah’ın emrini görmek sizde yerleşirse, emirler şekle dönüşür, emirlerin şekillerini görürsünüz. İşte o fiillerin tecellisidir. Fiiller kime ait? Zat’a! Zat bir tanedir ve Zat ancak Allah’tır. Fiillerin tecellisini gören kul zattır. Yaratılanın nefsine kul zat dedik diye o ayrı bir zat olmaz. İsmini vermekle vasfını belirtiyoruz, ayrılığını değil. Ayrı olursa dûniHİ olur. “Kul Zat” zatın vasfını belirtir. Zat tektir; Allah’ın zatı! Zat “Müstakilen VAR ve Muhtar” olandır ve bir zat vardır, başka zat olmaz. Allah’ın (Zat’ın) emirlerini gören Billâhi anlamda kul zattır, kuldur. Kul Zat’la ilgili olarak şöyle bir cümle de söylenir: Kul Zat, Zat’ın aynasıdır. Konumuz başlangıç çizgisi olduğu için burada duruyoruz, ileriye gitmiyoruz. Fiillerin tecellisi yaşanırsa, bu idrak devam ederse bir ileri basamak kendiliğinden gelir. Zor olan başlangıç çizgisine ulaşmaktır. Sonrası çorap söküğü gibidir. Fiillerin Tecellisi’nden sonra, Rabbim lütfetmişse siz kendiliğinden esmâları tanımlamaya başlarsınız. Emirlerde fiilleri gördünüz, artık fiillerle oluşan esmaları tanımlar, “bu emirle şu esma oluştu” dersiniz. Bu görme evresidir. Sonra, o esmânın görende açığa çıkması vardır, o kendi içinde bir ilerlemedir. Biz ana başlıkları söylüyoruz.
İHLÂS SÛRESİ’NDEKİ MÂNÂ İNSANLARIN
ARALARINDA RASTGELE KULLANDIKLARI
SAMİMİ KELİMESİYLE GEÇİLEMEZ
Kul Zat isimlerin tecellisine gelindiğinde “Kul-Zat” şeklinde yazılır, araya tire girer. Sonra Rabbim dilemişse kişi Sıfatların Tecellisi’yle karşılaşır, yani Billâhi anlamda onlarla tanışır. Tecelli demek yoktu da ortaya çıktı demek değil. Zaten var ama siz onlarla yeni tanışıyorsunuz. Tecelli ifadesi, o mânâlar kişide hâl olunca doğru olabilir. Görmek ve o halle hâllenmek farklıdır, ilerleyen iç basamaklardır, sonra o ikisi bütünleşir. Kul Zat sonra Kul-Zat oldu, sıfatların tecellisinde o “Bizzat” olur, artık “kul” kelimesi olmaz: Bizzat! Sıfatların tecellisi böyle önemli bir şeydir.
Muhsin tanımamız gereken bir kelimedir, çünkü “kim muhsin olarak vechini teslim ederse” buyrulur. Muhsin ihsan sahibidir; ihsan sahibi ise çok cömert bir bağış yapan demektir, o aynı zamanda ihlâslı kişidir. Bu mânâlar aslında hep birer sonuç. Muhsini şöyle tanımlayarak ilerletelim: “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialarından ve bu iddiaya ait davranışlardan sıyrılmış ihlâslı kişinin hâli ihsan, vasfı muhsindir. Muhsinliğe girişin tarifi budur. İhlâsa da bakalım. İhlâslı olmak samimi demek değildir, ihlâs bu kadar basit bir mânâ değil. Böyle basit bir mânâ o surenin ismi olmamıştır. Bütün sureler içinde geçen bir kelime ile isimlendirilmiştir, iki sure hariç: Fâtiha ve İhlâs Sûresi. İhlâs Sûresi’ndeki mânâ insanların aralarında rastgele kullandıkları samimi kelimesiyle geçilemez. Bütün “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialardan ve davranışlardan geri dönüşsüz sıyrılana ihlâslı kişi, o hale de ihlâs denir. Elhamdülillah, bu yolda olan da ihlâslı kabul edilir. İhlâslı kişi çok cömert bir bağışta bulunmuş, dûniHİ algı ve zanlarıyla “müstakilen VAR ve muhtar” sandığı her şeyi Allah’a bağışlamıştır. Bu “müstakilen VAR ve Muhtar” özelliği sahibine bağışlayan kişi Muhsin’dir. Muhsin’i hadisten öğreniyoruz: Rasûlullah Efendimiz (SAV) buyurur: “İhsan Allah’ı görür gibi kulluk etmendir. Bunu yapamıyorsan Allah’ın seni gördüğünü bilmelisin.” Allah’ı görmesini engelleyecek hiçbir şey kalmayan, Allah’ı görüyor olmayı engelleyen ne varsa hepsini bağışlamış kurtulmuş kişi muhsindir. Allah’ı görmeyi dûniHİ düşünmeyin. Siz ve karşınızda Allah değil. Allah’ı görmek bu değil. Hiçbir insan karşılıklı şekilde Allah’ı göremez ve konuşamaz. O dûniHİ tanımdır. Allah’ın dışı kavramı yok ki görüp konuşasın. Bu yüzden, anlatımlardaki “Allah’ı gördü, görüyor, görecek” gibi tanımların manası onarılmalıdır. Görülecek olan Rabdır, Rabbini görür, Rabbiyle konuşur. Fiilerin tecellisinde bu yaşanmaya başlanır. Dikkat ederseniz hadis “Allah’ı görüyor gibi” dedi. Tanım böyle; Allah’ı görüyor gibi. Bu öyle bir histir ki… Biliyor musunuz, bazı hisler görmekten kuvvetlidir. Öyle hisler vardır ki gözle görmeyi geçer. İşin aslı zaten histir. Hisle görmek o kadar ulvi bir şeydir ki. İşi gözle görmek zannederseniz, gözle görmek için ararsanız, Allah’ı hisle görebilecekken gözle göreyim diye çalışırsanız tenzili rütbe yapar, olmayan bir işle uğraşırsınız. Hisle görmenin dünya diliyle tarifi “görüyor gibi” olmaktır. Kişi hisle Allah’ı görür, bunun kesret dilinde tarifi “görüyor gibi”dir. Muhsin yaşantı böyle bir şeydir, “BEN”i Allah adına söyler, onu sahibine teslim eder, verir.
MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ YETKİNİZİ
KULLANARAK RABBİNİZE ERDİREN YOLU SEÇİP DÛNİHİ ALGI VE ZANLARINIZDAN SIYRILIN
Hedeflediğimiz üç prensibi hatırlayalım ve bir sonuca varalım: 1) Rum-30: Vechini o tek dîne hanîf olarak doğrult. 2) Mâide-4: Size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm. 3) Bakara-114: Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse, onun ecri Rabbi indindedir. Onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar. Bu üç prenspiten anlamamız gereken şudur: Muhtariyeti Tercih Gücü yetkinizi kullanarak Rabbinize erdiren yolu seçip dûniHİ algı ve zanlarınızdan sıyrılın. “Müstakilen VAR ve muhtarım” iddialarını ve bu iddiaya uygun hayat tarzını reddederek Allah’ın kendi “BEN” deyişinden verdiği yetkiyle Kayıtlı Kendini Hissetme Duygu’na Allah adına “BEN” deyin. Ve Allah’ın uygun gördüğü hayat tarzı olan teslimiyete bu halinizle yönelin. Ancak o zaman “İkra’ Bismi Rabbikelleziy halak” ile ne yana dönerseniz okursunuz ki illâ HÛ. Ne yana dönseniz Vechullah’ı görürsünüz, “veccehtu vechiye” dersiniz, söylediğiniz “BEN”i sahibine, Rabbül Âlemiyne teslim edersiniz. Bu teslimiyeti yaparsanız ancak o zaman Allah’ın kitabını okumaya başlar, o zaman “İkra’ Bismi Rabbikelleziy halak” gereği bakar ve o zaman okursunuz ki: Hû Hû, hep Hû, illa Hû. O yüzden “Ya Hû, Ya men Hû, Lâ ilâhe illa Hû” Hazreti Ali (ra) anh efendimizin öğrettiği önemli bir zikrullahtır. Yürüyor “Ya Hû”, bakıyor “Ya Hû” diyor. Müşriklere bakıp “Lâ ilâhe” diyor, okuduğuna dönüyor; illa Hû, Ya men Hû, illa Hû. Böyle okuyunca, HÛ diyerek okuyunca Vechullah’ı görüyorsunuz demektir.
ZOR OLAN BAŞLANGIÇTIR,
SONRASI KENDİ YÜRÜYEN BİR İŞTİR
Vechullah (Allah’ın yüzü) denilince ne anlayacağız? Vech BEN’dir, o zaman Allah’ın “BEN” deyişini görürsünüz; her yerde, her “BEN” diyende, her kulun “BEN” deyişinde Allah’ın “BEN” deyişini, Allah’a yöneldiğinizde de Allah’ın “BEN” deyişini görürsünüz; hepsi Allah’ın “BEN” deyişi. O zaman Vechullah’ı görmüş olursunuz. Vechullah’ı görme seyrinde ilkin Allah’ın emirleri görülür. Ne yana dönerseniz yani ne olursa onu mutlaka Allah’ın emriyle ilişkilendirip “bu Allah’ın emridir” diyebileceğiniz sonuçlara varmakla bu başlar ve hızla ilerler. Vechullahı gören “veccehtü vechiye” der, teslim edilmesi gereken “BEN”i muhsin olarak sahibine verir, muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmiş olur. En’âm-79: “Muhakkak ki vechimi hanîf olarak Semâvat ve Arzın Fâtır’ına teslim ettim, ben müşriklerden değilim” Özellikle “vechullah” denince bir yüz aranmaz. Bunu bize Bakara Suresi 115 öğretir: “Ne yana dönerseniz vechullah oradadır.” Yani hüküm, güç, mülk Allah’ındır. Ne yana dönerseniz (her hâlükârda) böyle olduğunu bilmek ve o şeyde Allah’ın emrini görmek başlangıçtır, bu hal fiillerin tecellisine giriştir, isimlerin tecellisi, sıfatların tecellisi halleriyle devam eder. Zor olan başlangıçtır, sonrası kendi yürüyen bir iştir. Bu mânâlar duymakla hemen yerine oturmayabilir. Defalarca okuyup anlamaya çalışmak, kendi cümlelerinizle geliştirmek gerekir. Bunu yaptığında o mânâlarla birlikte “inniy veccehtü” ayeti talip için çok güzel şeyler açan, öğreten çok makbul bir zikrullahtır, örtüleri açan bir sığınıştır. Efendimiz (SAV) salâtta Fatiha’dan önce biraz bekleyince sahabe soruyor: Ya Rasûlullah, ne okudun, neden bekledin? Sübhaneke’den önce bu âyeti okuduğunu söyler. Kütüb-i Sitte’de görebilirsiniz. Ayetteki kelimeler bu yazılardaki gibi verilmezse ayet geçilip gidiliyor. En’âm Sûresi 75-80. ayetleri okursanız bunlar yerine oturacaktır. Bu ayetlerde Hz. İbrahim (AS)’ın bir tefekkürü anlatılır. Bir gezegeni, ayı, güneşi, doğup batışlarını izler ve “ben doğup batan, kaybolan ilah istemem” der, sonra bu cümleyi söyler: “İnniy veccehtü vechiye lilleziy fatara’s semâvâtı velarda hanîfen ve mâ ene minel müşrikîn.” Dikkatli bakılmaz ve Hz. İbrahim aleyhisselâm için empati yapılmazsa anlamak mümkün olmaz. Bir ipucu vereyim: En kolay empatiyi nebî ve rasûllere yapabiliriz. En yakın arkadaşa zor yaparız ama onlara empatiyi çok rahat ve doğrudan yaparız, eğer yapmak istersek. Hz. İbrahim aleyhisselâma empati yaparsak bu konuştuklarımız şöyledir: Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ına vechimizi döndük, teslim ettik.
HZ. İBRAHİM “BEN VECHİMİ
HANÎF OLARAK SEMÂVAT VE ARZ’IN
 FÂTIR’INA TESLİM ETTİM” DİYOR
“Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ı” öyle bir bilgi içerir ki dünya bu bilgiye henüz ulaşıyor, “Big Bang, kara delik” diyerek bu bilginin etrafında dolaşıyor, onu son sınır zannediyor. Öyle zannetmek zorunda, çünkü düşünce çerçevesi evren, yani ef’al âlemi. Bizim için hiç önemi olmayan ef’al âlemi onların ilk ve son durağı. Ne biliyorlarsa hepsi orada. Oysa bizim işimiz ondan sonra başlıyor. Onların “son” dediği yerin üstünü Arş kaplamıştır, biz Arş’ın üstüne talibiz. Bilimle nihayet oraya gelmeye çalışılıyor. “Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ı” ifadesi öyle bir cümle ki, böyle bir bilim cümlesini kuran kişi tefekkür yaparken gezegeni, ayı, güneşi tanrı zannedemez. Hz. İbrahim’i gezegene, aya, güneşe bakıp, onları beğenmeyip “inniy veccehtü vechiye lilleziy fatara’s semâvâtı vel arda hanîfen ve mâ ene minel müşrikîn” gibi mükemmel bir cümleye ulaşıyor sanmayın. Bu doğru bir tefekkür değildir. Bu onda ikan oluşsun diye! İman değil ikan! İbrahim aleyhisselamın bu tefekküründen önce “ona Semâvat ve Arz’ın hakikatini gösterdik” denir, En’am-75 böyle der, 76 ve 77. ayetler o tefekkürü anlatır. Bir de bu üslup, kavmine yanlışlarını anlatmak için, o ayetlerden bu sesleniş görülür. Edindiği bilgiyle diyor ki; ey kavmim, gezegene, aya, güneşe bakın, hiç böyle tanrı olur mu? Gelin Allah’a yönelin. “Bir delilin var mı?” diyorlar. O da “sizin söylediklerinizin delili yok” diyor. Çünkü gördü ve “ben vechimi hanîf olarak Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ına teslim ettim, bilin ki böyle yaptım” diyor. Değilse aya, yıldıza bakarak ulaşılabilecek bir bilgi değil. Onlara bakıp Allah’ın Fâtır olarak yaratışını öğrenemeyiz, onlara bakarak hanîf de olamayız. Ancak Allah bildirirse! Hz. İbrahim (AS)’a bu öğretildiği için böyle teslim oluyor ve bu bilgiye güvenmeleri için kavmine yol gösteriyor.

“FATİHA İLE FETİH” YAZILARI – 84-

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER