Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Mustafa Yılmaz DÜNDAR
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

TESLİM OLMAK VE HİSLE GÖRMEK

Mustafa Yılmaz DÜNDAR 21 Nisan 2017 Cuma 13:16:58
 

-80-
Hanîf yaratılmışların “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialarına ve bu iddialara uygun hayat tarzlarına sırtını dönendi, dûniHİ idrak ve zannlarını reddedendi. İslam teslim olmaktı, elbette Allahu Rabbül Âlemiyn’e. İslâm anlaşıldı mı?
“Teslim ol”mak, “Teslim et”mektir.
Müslüman teslim eden demektir

Teslim olmak nedir, kişi nasıl teslim olur? Birisi “Ben teslim olacağım” dediğinde teslim olması nasıl gerçekleşiyor? Dikkat edin, normal hayatta bir kişi nasıl teslim olur? Ellerini kaldırıp teslim olur. Teslim oldu, sonra ne yapar? Kendini o tarafa verir. Teslim olmak aslında “teslim etmek” demektir, teslim edince teslim olursun. Teslim olan asker silahını, canını, davranışını, her şeyini karşıya teslim edip “Teslim oldum” diyor. Ancak teslim edersen teslim olmuş olursun. Teslim olmak biraz anlaşıldı mı? Teslim edeceğiz! Teslim edeceğiz ki teslim olalım. İslam’da “Teslim ol”mak, “Teslim et”mektir. Müslüman aslında teslim eden demektir. Bütün bunlardan sonra, İslam ve “Vechini hanîf olarak Allah’a teslim eden” biraz anlaşılıyor mu? Vechi de yani “BEN” demeyi de önceki yazımızda paylaşmıştık, anladık.
Şimdi bir tarif yapayım ama onun muntazam tarifi ileride gelecek. Hanîf olup muhsin olarak vechini Allah’a teslim eden kula (dünyada ahirette) ne korku vardır, ne de mahzunluk. Bu davranışı hayalleyelim: Kişi hanîf olarak dûniHİ algı ve zann’larına sırtını döndü ve “Kesinlikle şehâdet ederim ki müstakilen VAR ve muhtar Allah’tır, başka müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR” dedi. Yani Allah’ın dışı kavramını reddetti, “O söz konusu değildir” dedi. Dışı kavramını reddedince zaten hiç müstakil bir şey kalmadı. Müstakil sanılanlar “dışı” kavramı olunca olur. “Dışı” kavramı olmayınca bütün müstakillikler düşer. Bu yüzden “dışı” kavramını reddedip hanîf ve muhsin olarak vechi Allah’a teslim edeceğiz, Rûm-30’a göre İslâm’a döneceğiz, bu hanîf halimizle İslâm’a bakacağız. Çünkü âyet bize; “İslâm’a böyle yaklaş, yani böyle teslim olabilirsin” dedi.
Allah’ın Emri’ni görebilmek
Rûm Sûresi 30; “İslâm’a yüzünü hanîf olarak doğrult, hanîf olarak bak” derken “İslâm’a, teslimiyete, teslim olmaya, teslim etmeye, ancak “dışı” kavramına sırtını dönersen ulaşabilirsin, ancak o zaman bunu yapabilirsin” demek istiyor. Hanîf kişi bunu yaptı. Birinci basamak bu sûretti, onu oluşturdu, şimdi vechini teslim edecek. Vechi tanımladık, kişinin vechi onun Muhtariyeti Tercih Gücü’yle söylediği “BEN”di. Bu “BEN” dûniHİ algıyla söylendiğinde kişi kendi adına “BEN” diyor, “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak “BEN” diyor. İlk teslim edilecek vech budur. Eğer hanîf olan kişi; “Şehâdet ederim ki müstakilen VAR ve muhtar ancak Allah’tır. Müstakilen VAR ve muhtar olarak kendi adlarına BEN diyenler Allah’a iftira etmektedir. O iddia boştur, bâtıldır. Bu yüzden, onun hanîf olarak Allah adına söylediği “BEN” birinci teslimiyet olmuştur. Çünkü müstakilliği ve iddiayı attı, Allah’ın hakkını teslim etti. “Müstakilen VAR ve Muhtar BEN” O’nun hakkı olduğu için Allah’ın hakkını verdi, böylece hakkını teslim etmiş oldu. Allah’ın hakkı neydi? “Müstakilen VAR ve Muhtar” olmak! O yalnızca Allah’ın hakkıdır. “Müstakilen VAR ve Muhtar bir güç olarak ancak Allah “BEN” der. Kul “Ben bu BEN deyişten sıyrıldım, Allah’ın hakkını teslim ettim” dedi ve birinci teslimiyeti yaptı. Böylece vechini, yani Muhtariyeti Tercih Gücü’yle oluşturduğu “BEN” deyişini Allah’a çevirdi, yerine bağladı.
Fakat âyette bir de “Muhsin olarak” ifadesi var; “Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse.” Buraya kadar söylediklerimiz birinci basamaktı, henüz muhsin özelliği yoktu. Elbette birinci basamak da çok önemli bir haldir. Hatta kişi bu ilk teslimliği bilerek, inanarak, hissederek, görerek yaparsa, bu onun ilk keşfidir, bu bir keşiftir. Az önce söylediğim teslimiyeti yapınca keşif ehli olmak için geçilecek kapıdan girmiştir, keşif için ilk adımı atmıştır.  
Basamaklarını açmadan, derinleştirmeden araya şunu koyalım: Aslında bu söylediklerimiz nefsin seyr-i sülûğunun tanımlarıdır. Dedik ki birinci basamak, “BEN” deyişine “Müstakilen VAR ve Muhtar” etiketi yapıştırmamaktır. Kişi o etiketi söktü, sahibine teslim etti, Allah’ın hakkını verdi, “Bu etiket benim değil” dedi ve bu yetkiyi veren adına “BEN” dedi. Ona Halifetullah yetkisi verenin adına “BEN” dedi, bu da ikinci basamaktır. Sonra ne olur? O kişi Allah adına “BEN” deyince dûniHİ algıyı ve o algının zann’larını da reddettiği için, yani “Allah’ın dışı” kavramını sildiği için o artık Billâhi anlamdadır. Ne oluyorsa, ne görüyorsa artık onun için Billâhi anlamdadır. Gördüğünüzü, duyduğunuzu, düşündüğünüzü Billâhi anlamın dışına çıkarırsanız o dûniHİ olur, idrakınız hemen Allah’ın dışına düşer. Eğer siz dûniHİ idraktan sıyrılırsanız, en azından derseniz ki, ben bir saat böyle yapayım. O bir saat boyunca nereye bakarsanız Allah’ın emrini görürsünüz. Önce Allah’ın emrini görürsünüz. İlk görülecek budur; Allah’ın emri. O ne yaptıysa Allah’ın emri. Güneş ne yapıyorsa Allah’ın emri, dünya ne yaptıysa Allah’ın emri… Kar Allah’ın emri, yağmur Allah’ın emri, annem Allah’ın emri, çocuk Allah’ın emri, babam Allah’ın emri. Düştü Allah’ın emri, kalktı Allah’ın emri, doğdu Allah’ın emri, öldü Allah’ın emri… Zaten öyle demiyor muyuz? “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyoruz. O da Allah’ın emri. İlk göreceğiniz artık daima Allah’ın emridir. Ne zaman Allah’ın emrini görmezseniz dışarı çıkar, dûniHİ olursunuz.
Allah’ın emrini görmeye başladığınızda o hal sizde yerleşik olunca emirler şekle dönüşür, o emirlerin şekillerini görürsünüz. İşte ona Fiillerin Tecellisi demişler. O fiillerin tecellisini gören Kul Zat’tır. Fiiller kime ait? Zat’a!
İhsan nedir, Muhsin nedir?
Dikkat edin, Kul Zat’ı dûniHİ düşünmeyin, “Zat” bir tanedir ve Zat ancak Allah’tır, isim vermekle ayrı bir zat olmaz. İsmini vermekle vasfını belirtiyoruz, ayrılığını değil. Ayrı olursa dûniHİ olur. Kul Zat derken o zatın yalnızca vasfını belirtiyoruz. Zat tektir; Allah’ın zatı vardır, başka zat olmaz. Zat “Müstakilen VAR ve Muhtar” olandır ve bir tane zat vardır; Allah’ın zatı! Allah’ın emirlerini gören kişi Billâhi anlamda Kul Zat’tır. Niye? Zat’ın emirlerini gören yaratılmıştır, kuldur, bu yüzden o Kul Zat’tır. Kul Zat’la ilgili olarak şöyle bir cümle de söylenebilir: Kul Zat, Zat’ın aynasıdır. Konumuz başlangıç çizgisi olduğu için bu tür cümleler bizi başka alanlara çeker, şimdi onlar lazım değil.
Üçüncü basamak fiillerin tecellisiydi. Bu idrak devam ederse, artık çorap söküldüğü için dördüncü basamak kendiliğinden gelir. Zor olan başlangıç çizgisidir ki biz onun için uğraşıyoruz. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Fiillerin Tecellisi’nden sonra siz, Rabbim lütfetmişse, kendiliğinden isimleri/esmâları tanımlamaya başlarsınız. Emirlerde fiilleri gördünüz, artık fiillerle birlikte oluşan esmaları tanımlarsınız, “Bu emirle şu esma oluştu” dersiniz. Bu da bu işin önce görmesidir. Sonra, onun esmâ olarak görende açığa çıkması ayrıdır, kendi içindeki bir ilerlemedir. Biz şimdi kendi içindeki ilerlemeleri değil de ana başlıkları söylüyoruz.
Kul Zat isimlerin tecellisinde “Kul-Zat” şeklinde yazılır, araya tire girer. Sonra Rabbim dilemişse kişi Sıfatların Tecellisi’yle karşılaşır, yani Billâhi anlamda onlarla tanışır. “Tecelli” yoktu da ortaya çıktı demek değildir. Zaten var ama kişi onlarla şimdi tanışır. “Tecelli” ifadesi şu bakışla doğru olabilir, o mânâlar kişide hâl olunca doğru olabilir. Görmek ve o halle hâllenmek iki farklı şeydir, sonra o ikisi bütünleşir. Ama onlar kendi içindeki basamaklardır. Evet, önce Kul Zat dedik. Sonra Kul-Zat oldu. Sıfatların tecellisi başlarsa Bizzat olur. Artık “kul” kelimesi olmaz; Bizzat! Sıfatların tecellisi böyle önemli bir şeydir. Bunu açıp genişletmeyeceğiz, çünkü başlangıç çizgisiyle ilgili değil.
Tanımamız gereken bir kelime daha var; muhsin. Çünkü “Kim muhsin olarak vechini teslim ederse” buyruldu. Muhsin ihsan sahibi demektir. İhsan sahibinin anlamı çok cömert bir bağış yapan demektir; muhsin çok cömert bir bağış yapandır. O aynı zamanda İhlaslı kişidir. Bu mânâlar aslında hep birer sonuçtur. Muhsin’i şöyle tanımlayarak ilerletelim: “Müstakilen VAR ve Muhtar” bütün iddialardan ve bu iddiaya ait davranışlardan sıyrılmış ihlaslı kişinin hâli ihsandır; vasfı muhsindir. Muhsinliğe girişin tarifi budur.
Allah’ı görüyormuş gibi
olmak ve hisle görebilmek

İhlaslı demek samimi demek değildir, İhlas bu kadar basit bir mânâ değildir. Bu kadar basit bir mânâ gelip o sûrenin ismi olmamıştır. Bütün sûrelere bakın, hepsi içinde geçen bir kelime ile isimlendirilmiştir. Yalnızca iki sûre vardır ki isimlerindeki kelimeler içinde geçmez; Fâtiha Sûresi, İhlas Sûresi. Öyleyse İhlas Sûresi’ndeki mânâyı insanların kendi aralarında rastgele kullandıkları “samimi” kelimesiyle geçemeyiz. İhlaslı kişi, bütün “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialardan ve davranışlardan geri dönüşsüz sıyrılmış kişidir, İhlas o hâlin adıdır. Tabi, bu yolda olan da ihlaslı kabul edildiği için elhamdülillah kazanırız. Biz burada sonucu tarif ediyoruz. İhlaslı kişi çok cömert bir bağışta bulunmuştur. Bağışladığı nedir? DûniHİ algı ve zann’ları olarak, “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak neler varsa hepsini Allah’a teslim etmiştir, bağışlamıştır. Bu çok cömert bir bağışlamadır. İşte bu kişi İhsan sahibidir. “Müstakilen VAR ve Muhtar” özelliği sahibine teslim eden, bağışlayan ihsan sahibi bu kişi Muhsin’dir. Muhsin’in özelliğini bir hadisten öğreniyoruz: Rasûlullah Efendimiz (SAV) buyurmuşlardır ki: “İhsan Allah’ı görür gibi kulluk etmendir. Bunu yapamıyorsan da Allah’ın seni gördüğünü bilmelisin.” Demek ki, o Allah’ı görüyor olmayı engelleyen ne varsa hepsini bağışlamış kurtulmuş. Allah’ı görmesini engelleyecek hiçbir şey onun için kalmamıştır.
Allah’ı görmek dûniHİ bir tanım değildir. Yani siz varsınız, karşınızda da Allah var değil. Allah’ı görmek bu değildir. Hiçbir insan karşılıklı bir şekilde Allah’ı göremez ve konuşamaz. O dûniHİ bir algı ve tanımdır. Allah’ın dışı kavramı yok ki görüp konuşasın. Bu yüzden, anlatımlardaki “Allah’ı gördü, görüyor, görecek” gibi tanımların manasının onarılması lazım. Görülecek olan Rab’dır; kişi Rabbini görür, Rabbiyle konuşur.
Eğer az önce saydığımız basamaklar oluşursa, kişi o basamakların en başında bile bunu yaşar.
Dikkat ederseniz hadis “Allah’ı görür” demedi, “Allah’ı görüyor gibi” dedi. Tanım böyle; Allah’ı görüyor gibi. Bu öyle bir histir ki…
Biliyor musunuz, bazı hisler görmekten kuvvetlidir. Öyle hisler vardır ki gözle görmeyi geçer. İşin aslı da zaten histir. Hisle görmek o kadar ulvi bir şeydir ki. Siz O’nu gözle görmek zannederseniz, gözle görmek için ararsanız, Allah’ı hisle görebilecekken gözle göreyim diye çalışırsanız kendinize tenzili rütbe yaparsınız, olmayan bir işle uğraşırsınız.
“Hisle görme”nin dünya diliyle tarifi “görüyor gibi” olmaktır. Dolayısıyla, kişi hisle Allah’ı görür. Onun kesret dilinde tarifi “Görüyor gibi”dir. Muhsinin yaşantısı böyle bir şeydir, “Söylediğin BENi Allah adına söyler de onu sahibine bu kadar teslim edersen, verirsen” demektir.
Bunu biraz detaylandıracağız.

YAZARLAR

TÜMÜ

SON HABERLER