Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İrfan Ünver NASRATTINOĞLU

TÜRKİSTAN YOLUNDA

Ankara’daki SSCB konsolosluğundan verilmeyen Türkistan vizesini, Olcas Süleymanov almış ve bu seyahatte bana refakat etmek üzere, birinci yardımcısı Akim Tarazi’yi görevlendirmişti.
Türk yurdu olan Türkistan topraklarında, Kazakistan sınırları içerisindeki Türkistan şehrine gitmek ve Pirimiz Ahmet Yesevi Hazretlerinin mekânını ziyaret etmek üzere yola çıkmıştık.
CAMBUL
Yolda göreceğimiz ilk önemli kent Cambul idi. Bu kentin eski adı “Taraz”dı. Taraz, Doğu Türk imparatorluğunun başkentiydi. Cengiz Han’ın burayı istila etmesinden sonra adı, “Evliya Ata” olarak değiştirilmişti. Evliya Ata’nın yaşamı hakkında, bilgi yoktu. Ama onun adının yazılı olduğu bir mezar taşı vardı. Buraya ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar egemen olmuştu ve onlardan kalan, Ayşe Bibi Türbesi ayaktaydı.
Bu Ayşe Bibi, Buğra Han’la evlenecek, ilkbaharda toyları yapılacaktı; fakat bir rivayete göre meydana gelen kar fırtınası, başka bir rivayete göre de yılan sokması nedeniyle ölünce, evlilik işi suya düşecekti!… Buğra Han, onun adına işte bu türbeyi yaptırmıştı…
Cambul’da, Evliya Ata-Karahan adına bir anıt mezar-türbe vardı. Ayrıca o günlerde restore edilmekte olan bir de müze bulunuyordu. Birlikte yola çıktığımız Yazarlar Birliği sekreteri Akim Haşimov, Cambul’lu idi ve yazılarında Akim Tarazi imzasını kullanıyordu. Onun doğum yeri olan Cambul, 1400 yıllık bir kentti. Kent merkezinde 300 bin kişi yaşıyordu, ama kasaba ve köylerle birlikte nüfus 1 milyonu buluyordu. Halkın yarısı Kazak, yarısı ise Rus, Özbek, Ahıskalı, Yunan, Alman, Kürt, Azeri vb.idi.
Cambul’a 20 Km. mesafedeki Akgöl köyüne giderek Ayşe Bibi’nin anıt mezarını ziyaret etmiştik. O günlerde mezar restore ediliyordu. Söylediklerine göre, işlemeli, son derece güzel olan tuğlalar çalınıyordu ve bu nedenle camekan içine alınmıştı!… Ayşe Bibi anıt kabrinin bulunduğu yerin tam karşısındaki bir tepede Buğra Han’ın türbesi vardı. Rivayete göre Buğra Han, “birbirimizi görelim” diyerek, tam karşıda, kendisi için türbe inşa ettirmişti?…
Köyden çıkıp Cambul’a doğru gidildiğinde Assa Nehri üzerindeki köprüden geçiliyordu. Bu nehir, ovayı besleyen iki nehirden biriydi. Öteki nehir ise, Assa’dan daha büyük olan Talas nehridir. Dula kabilesinden Asparuh han da bu yörenin adamıydı. Yöredeki Aspara nehri kıyılarındaki Cambul’a 180 Km. uzaktaki bir yerde doğmuştu. Bulgar Türkü olan bu Asparuh Han, kendisine bağlı askerlerle birlikte Balkanlar’a gitmiş ve Slavlarla birlikte Bulgaristan devletini kurmuştu.
Taraz, Cengiz Han gelmeden önce, gelişmiş bir şehirdi. Arkeolojik kazılar da bunu kanıtlamaktaydı. O dönemde topraktan yapılan borularla su getirilmiş; hamamlar yapılmıştı.
Yol üzerindeki, Amangeldi Kolhozundan geçmiştik. Bu adı daha sonra Çimkent-Türkistan yolunda da iki kez okumuştum. Amangeldi İmanoğlu, 1916 kurtuluş hareketinin kahramanlarından biri idi. Taraz ve Evliya Ata’dan sonra kente Cambul adı verilmek istendiğinde, halkın çok sevdiği bir akın (âşık-ozan) olan Cambul Çapayev buna karşı çıkmış, ama değişiklik gerçekleşmişti.
SSCB’nin 3 büyük kimya kompleksinden birisi Cambul’da bulunuyordu. Burada ayrıca hafif sanayi ve gıda tesisleri vardı…Cambul yem-yeşil bir şehirdi. Aslında yeşillik, Kazakistan’ın, hatta tüm SSCB’nin vazgeçilmez karakteri haline gelmişti… Şehrin tek katlı eski evleri restore edilmişti. Yeni binalar ise çok katlı modern yapılardandı. İpek yolunun da buradan geçtiği söyleniyordu. Burada Pazar kuruluyordu ve şehrin ticaret merkeziydi.
Türkiye dışındaki seyahatlerde, birçok tarih müzesi gezmiştim. Fakat bunların hiç birisi Cambul Tarih Müzesi kadar yararlı olmamış, keyif vermemişti. Bana müzeyi gezdiren ve ayrıntılı bilgiler veren kişi, müzenin müdürü, ankeolog-tarihçi Kuzenbay Baybosunoğlu idi. Cambul vilayeti, 14 Ekim 1939 Tarihinde Cambul, Karatau, Canatas ve Çuğ kentlerinin birleştirilmesiyle kurulmuştu. Vilayet 11 ilçe ve 13 kasabadan oluşuyordu. Sınırları kuzeyden güneye 400 Km.,batıdan doğuya 500 Km., yüzölçümü 145 bin km., nüfusu ise 1 milyondan biraz fazlaydı. Bu kente, Kazakistan’ın sanat ve kültür merkezi diyorlardı. Bir de Çu nehrinin öte yakasında, Dekpakdala çölü vardı; kızgın çöl…
15 yıl önce üzerinde Saka Türkleri’ne ait giysiler bulunan heykel, Alma-Ata Müzesinde korunuyordu. “Kazak” sözcüğünün, “Saka”dan mülhem olduğunu söylüyorlardı. Saka sözü bu coğrafyada “Hassak” (yani Has-Sak= hakiki Saka)’da dönüşmüş ve sözcük, zamanla Kazak olmuştu. Sakalar; Konglar ve Usuller adlı iki kabileyle karışmışlardı. Bunlar puta tapıyorlardı. Erkek ölünce karıları da öldürülüyor; eşyaları ile beraber gömülüyorlardı. Ancak ceset, önce açığa bırakılıyor; hayvanlar ve kuşlar ölünün etlerini yiyorlardı. Kemikler de bir tabuta konularak defnediliyordu.
Evliya Ata-Karahan Müzesi İlk Müslüman Türk Devleti olan Karahan’lılar ile ilgili müzeyi gezmiştik. Müze binası 11. Yüzyılın bir mimarlık abidesiydi.
Cambul’da yoğun bir gün geçirmiştim. Bu nedenle, mutad hilafına biraz geç kalkmıştım. Sabahleyin, otelin lobisine inince, Üzeyir Niyazov İlyasoğlu adlı Ahıska Türkü ilekarşılaşmıştım. Üzeyir, Stalin denilen despotun zulmüne uğrayan Ahıska Türkleri’ndendi. Bir fabrikada şoförlük yapıyor, ayrıca müzisyen olarak zaman zaman gittiği düğünlerden de para kazanıyordu.
Üzeyir; “Biz memleketimize dönmek istiyoruz” demişti ve gerçekten bunun için mücadele ediyorlardı. SSCB’nin çeşitli bölgelerinde Ahıskalı’lar ile karşılaşmıştım. Türk milliyetçisi olan insanlara, Moskova’dakiler de dahil herkes, “Türk” diyorlardı. Birlikte çok Türk vardı ama, onlar kendilerini başka isimlerle tanımlarken, “ben Türküm” diyenler, salt Ahıskalı’lardı.
Kahvaltıdan sonra yola çıkmış; Balıkçı, Kantemir, Maşat, Munkent gibi yerleşim birimlerini ve Aksu nehrini geçtikten sonra Çimkent’e ulaşmıştık.
ÇİMKENT
Burası yeni oluşan ve gelişen sakin bir kentti; dikkati ilk şey ise, kızlarının güzelliği idi.
Çimkent’teki bazı eski eserler, UNESCO’nun koruması altına alınmıştı. Burada fazla kalmayıp, Türkistan’a geçecektik. Çimkent-Türkistan arası 152 Km. idi ve yol fena değildi. Yolun solunda Aladağ’ın devamı uzanıyordu ve doruklarda kar vardı. Sağ yanımız ise ovaydı. Yol üzerinde sağa sola gidip gelen insanlar; köyler, köyler, köyler görülüyordu. Bir ara Aras (ya da Arıs) suyundan geçmiş ve bir Yurt Obasına girmiştik.
Öğle yemeğini Aul Restoran’da yiyecektik. Sofraya At etinden, soğuk et söğüş ile “kımız” ve “kımran” gelmişti. Kımız at südünden, kımran (öteki adı şubat) ise deve südünden yapılıyordu. bu içkiler, geleneksel Türk içkisiydi. Kımız ekşimiş ayran, kımran ise ekşimiz yoğurt tadını veriyordu. Sofraya gelen sorpa (çorba) fena değildi ama, mantı berbattı! Samsa dedikleri boğaça türü yiyecek ise, iyiydi.
Sonraki ilk durağımız Temirlan kenti idi. Bizim Timurlenk dediğimiz, Moğol hakanı Aksak Timur’un bu kentte öldüğünü söylüyorlardı. Timur, Kazak dilinde Temirlan, Rus dilinde de Temirlanovka olmuştu. Bu Kent, Çimkent vilayetine bağlıydı. Kentte oturan Ahıska Türklerinin başarılı bir dans ve müzik topluluğu vardı ve bu topluluk, Alma-Ata ve Çimkent’te düzenlenen şölenlere iştirak ediyorlardı.
***
Kazakistan’da aylar, günler ve mevsimlere değişik isimler veriliyordu.
Aylar: Ocak-kangtar, şubat-akpan, mart-navruz, nisan kokök, mayıs-mamır, haziran-mavsım, temmuz-şilde, ağustos-tamız, eylül-kuyek, ekim-kazan, kasım-karaşa, aralık-toksan.
Günler: Pazartesi-düsenbe, Salı-seysembe, Çarşamba-sarsembe, Perşembe-beysembe, cuma-cuma, cumartesi-sembe, Pazar-yeksembe.
Mevsimler: İlkbahar-koktem, yaz-caz, sonbahar (güz)- küz, kış-kızs.
Birkaç Özdeyiş: Sohbetler ve yemekler esnasında, zaman zaman ilginç özdeyişler söyleniyor ve ben bunları kaydetmeye çalışıyordum. Bunlardan bazıları şöyleydi: -Misafir gelince koyunlar ikiz doğurur… -Misafir dişi koyundan daha sakin olurmuş…
Sofrada benim hakkımda güzel sözler söylenmişti. Aslında bu sözler, Türkiye’em için söyleniyordu. Tabii ben de konuşmuş, Orta Asya ve Türkistan’ın bizim için ne denli önemli olduğunu vurgulamıştım.
Cambul, Çimkent ve nihayet Türkistan’a gelmiştik. Ama Edirne’ye girmeden Selimiye Camiinin görüldüğü gibi; Türkistan’a girmeden, Ahmet Yesevi’nin makberesini görmüştük..
260 metre rakımlı Türkistan, Sirderya (Ceyhun)’ya 40 mil uzaktaydı. Sulama işlerinde çok yararı olan Ceyhun nehrinin öte yakası Kızılkum çölüydü.

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Afyon Haber Son Dakika Afyon Namaz Vakti